DEVLETİ OLAN MİLLETE DOĞRU
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir-ikisi hariç geneli sorunlu geçmiştir.
İkinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1938 yılındaki seçimi de dâhil, asker, cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğrudan müdahil olmuştur.
İkinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün nasıl seçildiğini hatırlamamız yeterli olur. Erken Cumhuriyet devrinin radikal uygulamalarından kısmen de olsa vazgeçildiği Mustafa Kemal’in hayatının son yıllarında, İsmet İnönü ile aralarının bozuk olduğu bir sır değil artık. Dolayısıyla Mustafa Kemal’den sonra cumhurbaşkanlığı adayları arasında ismi öncelikli olarak geçenler arasında İnönü yer almıyordu. Fakat Birinci Ordu Komutanı Fahrettin Altay’ın devreye girmesiyle İnönü cumhurbaşkanı seçildi. İnönü bu durumu daha sonra “yıldırım gibi bir yirmi dört saat yaşadık” diye ifade edecekti. Haddizatında o yirmi dört saatte asker müdahalesi tüm dengeleri değiştirmiş ve İnönü cumhurbaşkanı olmuştu.
Abdullah Gül’ün seçimi ise herkesin rahatlıkla hatırlayabileceği kadar yakın bir tarih. Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesinde 27 Nisan 2007 tarihinde bir bildiri daha doğrusu “e-muhtıra” yayınlandı. Sadece ismini zikretmeyerek yapılan açıklamada Gül’ün adaylığının istenmediği açıkça belirtildi. Askeri bürokrasiden bu işareti alan birtakım aklı evvel siyasiler ve yargı mensupları da ortaya attıkları 367 toplantı yeter sayısını şart koşan bir garabeti ortaya çıkararak Abdullah Gül’ün seçimini engellediler. Kendisinden önceki üç Cumhurbaşkanının (Özal, Demirel, Sezer) seçildiği usul ile 11. Cumhurbaşkanı seçilemedi. İktidar partisi ve Abdullah Gül dik durdu. Nihayetinde Milliyetçi Hareket Partisi’nin meclise girerek uydurulmuş 367 toplantı yeter sayısını temin etmesiyle Gül cumhurbaşkanı seçildi.
Aslına bakılırsa bu garabet kuralın ve tutumun bir hayrı oldu. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesiyle ilgili bir kanun çıkarıldı. 12. Cumhurbaşkanı bu kanuna dayalı olarak halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu.
Hiç şüphesiz Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sorunlu geçmesinin önemli bir sebebi vardı. Sistem gereği cumhurbaşkanlığı, seçilmiş siyaseti frenleyen bir mekanizma olarak tasarlanmıştı. Anayasal kurumlar olarak iktidar alanının yarıdan fazlasına hükmeden kurumların üyelerinin ağırlıklı bir kısmı Cumhurbaşkanı tarafından atanıyordu. Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, YÖK, Üniversite Rektörleri, MGK ve benzeri kurumlar devletin başındaki şahsın tasarrufuna göre şekilleniyordu. Dolayısıyla seçilmiş siyasetin alanını daraltmayı ve kendi alanını genişletmeyi hedefleyen devlet elitleri böylesi bir makama gelecek kişinin seçimini tesadüflere veya seçilmişlerin iradesine bırakmak istemiyorlardı. Onun için tehdit dâhil bütün yolları deneyerek tüm cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahil oldular. Buna rağmen, Turgut Özal gibi, Abdullah Gül gibi cumhurbaşkanları, seçilmiş siyaseti frenleyen bir mekanizma olmayı aşarak milletin yanında hizalanmayı başarmışlardır. Ancak bu, kişisel gayretin ve konjonktürün sağladığı bir durumdu. Sistemsel bir değişim söz konusu değildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendini bir revizyona sokma kararı verdi. Daha doğrusu bu kararı vermeye kendini mecbur hissetti. Çünkü son on yıl içinde, ülkede önemli değişimler oldu. Seçkinci devlet elitinin iktidar alanında bir daralma meydana geldi.
Elit takımının bütün engellemelerine rağmen, seçilmiş siyasetin devlet yönetimindeki etkinliği giderek arttı. Eski sistem işlemez hale geldi. Çünkü kendi halkının büyük kesimini düşmanlaştırarak sistemin devam edemeyeceği ortaya çıktı. Siyasal iktidarın da talebi olan ve yapmak istediği değişime, devlet elitleri ve onların paralelindeki bir parti onay vermek zorunda kaldılar. En azından bir kısmı ortamı ve konjonktürü düzgün okudular. Değişimin zamanını geçirmenin ve halk ile inatlaşmanın pahalıya mal olacağını hissettiler. Değişimi gerçekleştirme gayretinde olan siyasal iktidarı engelleme kararından vazgeçtiler. Şimdi Tayyip Erdoğan için ya da diğer adaylar için “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” önemli bir dönemeci geçmek durumunda.
Bir kısım statüko elitinin devre dışı kalması millet devlet hizalanmasının hızlı bir şekilde oluşmasına katkısı olacaktır elbette. Çünkü Türkiye, milleti olan devletten, devleti olan millete acilen evirilmek zorunda.
Dünyanın yeniden yapılandığı bir dönemde, kendi iç sorunlarını kavgasız halledebilen bir Türkiye dikkate değer bir aktör olacaktır.
NEVZAT ÜLGER