DAHA ÇOK ÖZGÜRLÜK
Hafta sonu birkaç arkadaş oturuyoruz. Bir arkadaş dedi ki; bizim devletimiz yüz yıllıktır. Arkadaşı biliyoruz. Samimi bir insan ama bilgi noksanlığına geldi bu cümle zannederim. Kendisine anlattık, rejim değişikliği ayrıdır, devletin ömrü konusu ayrıdır. Tabi, sonradan anlaşıldı ki arkadaşımız olaya bir başkasının penceresinden bakıyor. Kendisine facebook vasıtasıyla gelen bir gönderinin etkisinde kalmış ama gönlü de biraz öyle arzuluyor. Olayı kısmen anlattık, o da nezaketinden dolayı itiraz etmedi. Şimdi konuyu burada tekrar anlatmak istiyorum. Çünkü toplumda bazı argümanlar, açıktan itiraz edilemeyen İslam’a dolaylı olarak itirazların olduğu düşüncesini çağrıştırıyor.
Tezimizin özü şu: Türkler Anadolu’ya 1040’ta gelmişler, 1055’te devlet kurarak, zaman zaman aksamalarla sonunda da rejim değiştirerek günümüze kadar 1.000 yıllık bir zaman dilimi içinde “Türkiye”, değişik isimlerle devlet olarak vardır. Vatan toprağı aynı, halk aynı, devlet görevlisi memurlar aynı, kanunların kahir ekseriyeti aynı, siciller aynı, yalnız rejim farklılığı vardır.
Türkler, 1055’ten itibaren kendi isimleriyle siyasi sahnedeki yerlerini aldılar ve bu medeniyetin başat kollarından oldular. Abbasiler her ne kadar 750 ile 1258 yılları arasında hüküm sahibi olmuşlardır dense de, akıncılar döneminin sona erip merkezi hükümetin ücretli asker kullanmak zorunda kaldığı tarihten itibaren, bu askerlerin çoğunluğunu Türkler oluşturmuştu. Böylece Müslüman olan Türkler on yıllardır sahip oldukları fiili nüfuzla yetinmeyerek, halifeye dokunmadan bir hükümet darbesi yaparak halifeyi himayeleri altına aldılar. Böylece halifenin hiçbir siyasi yetkisi kalmadığından iktidar Selçukluların eline geçti. Onların etkinliği ile güçlü bir devletçilik başladı. İktidarın şehirdeki etkinliği iyice arttı. Selçuklular Ortaçağ Avrupa’sının gıpta ettiği Nizamiye Medreseleri ile dünyada ünlendiler. Selçukluların etkili girişimleri sonucu Sünni hareket, Şii akımlara karşı ciddi bir zafer kazandı denilebilir. Selçukluların iktidarı Fatımi projesinin de yarıda kalmasını sağlamıştır.
Tabi bu döneme damgasını vuran üç önemli olay olduğunu unutmamak gerekir; etkileri iki asır süren Haçlı Seferleri, 1258 yılında devletin sonunu belirleyen Mogol istilaları ile toprak ve güç kaybı sonucunda İmparatorluğun dağılması.
Daha sonraları Selçukluların yerine kurulan Osmanlı Devleti ise Batı’nın, ileri bir devlet nasıl olmalıdır diye düşündüğünde hep örnek aldığı bir yapı olmuştur. Zaten “Avrupa tarihi ile Osmanlı tarihi iki paralel tarih değil midir” Osmanlı tarihini görmezseniz Avrupa tarihini, tarihçilerin kendi ifadeleri ile dünya tarihini yazmak ne kadar gerçekçi olur? Batı’da “Luteryanizm üzerindeki İslam’ın etkisini” kabul edenlerin sayısı oldukça fazladır. Ancak Osmanlının iktidar dönemlerinde Avrupa, önemli bir değişimi yaşayarak iki asır sonra bütün dünyayı etkileyecek olan Rönesans gibi devasa bir devrimi gerçekleştirecektir.
Tabi arkasından o mutat soru geliyor: “Peki, İslam dünyası neden geri kaldı?”
Bu soru esasen İslam dünyasındaki zihin tıkanıklığının davet ettiği bir soru. Konuyu çok müşahhas olarak görmek isteyenler üç ismi iyi tetkik etmelidirler; Ahmet Cevdet Paşa, Sait Halim Paşa ve Tunuslu Hayrettin Paşa. Diyebiliriz ki; Abdulhamit, kuşkularından ve korkularından biraz kurtulup bu isimleri dinlemiş olsaydı belki de farklı yerlerde olabilirdik.
Kabul etmek gerekir ki, İslam dünyası bu gün köklü bir zihniyet değişimine muhtaç. Daha çok çalışmanın yanında, daha fazla okumak, daha fazla özgürlük, daha özgürce düşünmek, daha fazla liyakati öne çıkarma ve daha fazla demokrasi diyebilirsek kalkış aşamasında olduğumuzu çok rahatlıkla görebiliriz.
NEVZAT ÜLGER