TÜRKİYE NEDEN GERİ KALDI?
Türkiye’de İslami kesimin en rahat olduğu dönem 1985-1997 yılların aitti.
Yayınevleri sürekli yeni kitaplar basıyor, kitapçılar arı gibi çalışıyor, ülkenin en canlı entelektüel tartışmalarının kalbi ise dergilerde atıyordu.
Bilgi ve Hikmet, Yeni Zemin, İzlenim, Ümran, Kitap Dergisi ilk akla gelenler.
Bu dergilerden Bilgi ve Hikmet, 1993 yılında yayına başlayıp, birkaç sayı sonra kapandı ama geriye önemli bir külliyat bırakmıştı. Özgül ağırlığı yüksek olan önemli konuları işlemişti. O dönemde derginin önemli yazarlarından bir kısmı sonradan milletvekili olmuştu. Olmuştu ama eski yazdıkları ile tenakuza düştükleri çok konu vardı.
Tunuslu İbn Haldun, İran asıllı ABD vatandaşı Seyid Hüseyin Nasr’ın adlarını İslami cenahtaki herkes iyi biliyordu. Yalnız Medine sözleşmesi değil, demokrasi ve devlet konuları da toplumun önüne getiriliyordu. Batı literatürü üzerinden kapitalizm ve devlet eleştiriliyordu.
Sonradan bakanlık yapacak olan bir yazar; “İslam dünyası Yunan düşüncesi ile etkileşime girerken Diyalektik düşünce yerine Metafizik düşünce öne alınmıştır. Eş’ari Kelamı, Gazali eliyle felsefeyi dışlayıp metafizik düşünceyi içine almıştır. Bunun sonucunda kainatta nedenlilik reddedilmiştir. Siyasal despotizmi besleyen siyasal kanal buradan nemalanmıştır” diye entelektüel eleştiriler yapıyordu. (Nihat Ergün)
İlber Ortaylı; Batı toplumlarında otoriterlik, Doğu toplumlarında istibdat çok normal bir olaydır diyor. Aslında İslam tarihi boyunca sıkça rastlanan siyasal istibdat acaba bir sebep midir, yoksa sonuç mu? Üç halifenin suikastla öldürülmesi, Sıffın Harbi, Kerbela, kardeş katilleri hep iktidar mücadelesi değil midir?
Bu olaylar varken, İslam dünyasının geri kalışını hala Gazali’nin felsefeciler üzerine yönelttiği görüşlerine bağlamak, eğer bilgi noksanlığına dayanmıyorsa hakikaten hoş bir kolaycılıktır. Kaldı ki İslam tarihindeki bilim insanlarının başarıları bu kolaycılığı hepten reddeder.
*
Bugün altmışa yakın İslam ülkesi huzur ve güven, adalet ve hukuk, insan hakları ve özgürlükler, insan onuru ve insana saygı, eğitim, bilim ve teknoloji, sosyal refah, çevre gibi birçok temel konuda ciddi sorunlarla boğuşuyor. Üstelik yüce dinimizi anlayış tarzımız, dini eğitim ve öğretimimiz bu sorunların üstesinden gelmede bize ciddi bir destek üretmiyor. Sağlıklı bir din-dünya dengesi kuramadık. Allah dünyada geçerli belli bir düzen ve sebep-sonuç ilişkisi içinde yürüyen kurallar yaratmıştır. Buna “sünnetullah” denir.
Allah bizden dünyayı kendi kuralları içinde, sebep-sonuç ilişkisini keşfederek yaşamamızı, dünyayı yaşarken de dinin gösterdiği rotada kalmamızı, dinin koyduğu sınırları aşmamamızı, ahiret hayatının da dünyada yapıp ettiklerimize bağlı olduğunu bildirdi. Kur’an, “Allah, içinizden iman edip salih amel yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, rızasına vesile kıldığının dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, korkularını bundan böyle güvenliğe çevirecektir.” buyurarak dünya egemenliğinin inanma ve yararlı iş (salih amel) işleme temeline dayandığını bildirir. Bir başka ayette Allah’ın “Yeryüzü salih amel yapan kullarıma kalacaktır” buyurduğu bildirilir. Salih amel, Allah’ın yeryüzü kurallarıyla ve diniyle uyumlu, insanlığın ortak hayrına işler demektir.
Din, dünya, akıl, düşünce, bilim, bunların hepsi Allah’ın yaratması ve lütfunun eseridir. Buna göre insan, dünyanın işleyişinde sebep-sonuç ilişkisinin cari olduğunu görüp bir davranışının sonuçlarını öngörebilecektir; insanın akıllı, iradeli, özgür ve davranışlarından sorumlu bir varlık olması bu demektir.
Yani, kendi yapmamız gereken işleri Allah’a havale edip fiillerimizin sonucunu ona yüklememiz ve bu suretle olup bitende bizim payımızın olmadığını ileri sürmemiz doğru olmaz. Kader, tevekkül, dua, irade ve özgürlük anlayışının da bu zemine oturması gerekir. Sebep-sonuç ilişkisini ve Sünnetullah’ı kavrayamamış bir İslam dünyasında bilim de dinî düşünce de gelişemez.
*
Bugün İslam ülkelerinde İslâmî ilimler olarak öğretilen bilgilerin baskın karakteri, klasik dönem diyebileceğimiz hicrî ilk beş-altı asır içinde, o dönemin şartlarıyla uyum içinde üretilmiş bilgiler olmasıdır. Bu sadece fıkıh ve kelâm alanı değil ayet ve hadislerin anlaşılma biçimiyle de ilgilidir.
Günümüz İslâm dünyasında ve Türkiye’de dinî ilimler okutulurken anılan ilim dallarının ya hiç ya da yeterince dikkate alınmaması ciddi bir sorundur. Konuyu örneklendirmek gerekirse, Felsefe-mantık grubu ilimler, matematik, hukuk, iktisat, tarih, ilim ve medeniyet tarihi, pedagoji, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi ilimler olmadan dinî ilimlerin yol alması ve maksadını ifade etmesi kolay değildir.
*
Din uleması ve şeyhler karşısında bireyi yok sayıp dini sadece onların anlayabileceği, bireye düşenin ise onlara uymak olduğu anlayışı bugünlerimizi hazırlayan en önemli sebeplerden biridir. Buna bir de ulemanın Allah adına konuştuğu ve her türlü sapmaya karşı dini onların koruduğu, öte yandan şeyhlerin de Allah’tan aldıkları özel yetki ve güçle donatıldığı inancı eklenince, bireyin dinden beslenen türlü otoriteler karşısında edilgen ve inisiyatifsiz bir varlık haline gelmesi artık bir ‘durum’/’olgu’ olmaktan çıkar, bir ‘inanç’ halini almaktadır. Nitekim dinî gelenekte ve tasavvuf düşüncesinde bireyin bu durumunu/inancını perçinleyen ve teşvik eden ciddî bir öğreti geliştirilmiş, özel terim ve kavramları olan hiyerarşik yapılar üretilmiştir. Türkiye gibi ülkeler kendini Mâtürîdî zanneden, hakikatte ise Eş’ariyye, hatta Cebriyye ekolünün kalıplarıyla düşünen insanlarla doludur.
Eş’ariliğin tasvir ettiği “Hikmetinden sual olunmayan” Kadir-i mutlak, alim-i mutlak ve mürid-i mutlak (Kaderci) Sünni tasavvur artık kitleleri tatmin etmiyor.
Evrensel kurtuluşu işaret eden iki belirleyici koşul: 1-Samimi (hasbi) olmak. 2-Eleştirel (muhasibi) olmak.
*
28 AB üyesi ülke;
3 Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ülkesi (İsviçre, İzlanda ve Norveç),
5 aday ülke (Türkiye, Kuzey Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Arnavutluk)
1 potansiyel aday ülke (Bosna-Hersek) kapsandı.
*
Şehirlerin küresel olarak birbirine bağlı bir ekonomide rekabet etme ve kent sakinlerinin refahını sürdürülebilir bir şekilde sağlayabilme ihtiyacının ülkeleri ve şehirleri yeni teknoloji ve yenilikçi yaklaşımları değerlendirmeye yönlendirdiğini, bu durumun şehir çözümlerinin bütüncül ve sistematik olarak ele alınması ihtiyacını ortaya çıkardığını vurguladı.
Çevre, ulaşım, enerji, sağlık, altyapı ve insan gibi şehirlerin tüm unsurlarının ilişkilerini her açıdan incelenerek, kentsel hizmetlerin bu unsurlara olan yansımalarında bilgiden faydalanılması ve hizmet sunum yöntemlerinin bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğine işaret eden Erdoğan, şunları kaydetti:
“Bu kapsamda akıllı şehir yaklaşımı şehirlerin yaşanabilirliğini ve sürdürülebilirliğini sağlayan, sosyal yaşamı geliştiren, insan hayatına değer katan ve maksimum enerji etkinliği sağlayan çözümler üretmektedir. Şehirlerimizde hizmet kalitesi ve verimliliğin artması ile bugünün sorunlarına çareler üretilirken, gelecekte muhtemel sorunlar oluşmadan gerekli önlemlerin alınması ve planlamanın bu doğrultuda yapılması sağlanmalıdır.”
Şehirlerin geleceğinin şekillendirilmesi için yapılacak öngörülerin insan odaklı, doğal hayata ve tarihi mirasa saygılı bir şekilde, teknolojiden azami ölçüde faydalanarak, toplumun refahını temin etmek mecburiyetinde olduğunu unutmamak gerekir.
*
“Yüksek katma değer ancak yetişmiş insan gücüyle olur. Türkiye’nin şu anda 25 yaş üstü nüfusunun almış olduğu eğitim ortalama 6,5 yıl… Böylesine ortalama bir eğitim yapısıyla Türkiye’nin üretebileceği katma değer, Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü sınırlıdır. Bunun ötesine geçmemiz ancak daha iyi eğitilmiş bir nüfusla olabilir.” (27 Temmuz 2012)
“Kredi hacmi aşırı büyüdü… Önce kazanalım, sonra harcayalım. Çünkü hakketmediği refahı yaşamaya çalışan ülkelerin başına er ya da geç kötü şeyler geliyor. Avrupa’da bunların örneği çok’’. (Yunanistan gibi.)
*
(2019’da kaybettiklerimiz.)
Türkiye’de 2019 Dede Korkut’un kayıp nüshasının bulunduğu aynı zamanda fikir dünyasından Kemal Karpat, Nuri Pakdil sinema dünyasında Ayşen Gruda, Yıldız Kenter, Tunç Başaran gibi sevilen isimlerin yaşamını yitirdiği bir yıl olarak tarihe geçti.
Bu yıl Türk tiyatrosunun usta ismi Yıldız Kenter, usta tiyatrocu Gülriz Sururi, Yeşilçam filmlerinin unutulmaz oyuncusu ‘Domates Güzeli’ Ayşen Gruda, Yeşilçam’ın 70 yılda 128 filmde oynayan usta oyuncusu Eşref Kolçak, sinema perdesinin ‘vefakar arkadaş’ rollerinin aranan oyuncusu Süleyman Turan, Aytaç Arman gibi duayen sanatçılar aramızdan ayrıldı. ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filminin yönetmeni Tunç Başaran’ın vefatı ise sinema dünyasında bir devrin sonu demekti
Müzik dünyasında özgün tarzıyla dikkatleri çeken ve ‘ülkücü camia’nın önde gelen sanatçılarından biri olan Ozan Arif’in vefatı sevenlerini üzüntüye boğdu. Arabesk müziğinin ünlü ismi Dilber Ay ise Nisan sonunda geçirdiği kalp krizi sonucu 63 yaşında hayatını kaybetti. Sanatçı çok sayıda albüm çıkarmış, ‘Zorunda mıyım?’ şarkısı ile arabeske damgasını vurmuştu.
Geçtiğimiz yıl Şubat’ta Türk tarih profesörü Prof. Dr. Kemal Karpat’ı, Temmuz’da yazar Mehmet Şevket Eygi’yi, Ağustos’ta yine önemli bir tarihçi, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı A. Haluk Dursun’u, yazar Emin Işık’ı ve Şule Yüksel Şenler’i ebediyete uğurladık. Düşünce dünyamız Ekim ayında ise mütefekkir ve yazar ‘Kudüs Şairi’ olarak anılan Nuri Pakdil’i dualarla son yolculuğuna uğurladı.
Türk resminin öncülerinden Osman Hamdi Bey’in Ağustos-Eylül 2019’da üç ayrı tablosu satış rekorları kırdı. Hamdi Bey’in Avrupa’da gerçekleşen müzayedelerde ‘İstanbul Hanımefendisi’ adlı eseri 1 milyon 770 bin 300 euroya, ‘Yeşil Cami’de Kur’an Dersi’ tablosu ise 4 milyon 640 bin sterline, ‘Kur’an Okuyan Kız’ tablosu ise 44 milyona satılarak üst üste rekor kırdı.
İlk olarak KARAR gazetesinin Peter Handke’nin Miloseviç’in cenazesinde çekilmiş fotoğrafı ve kitaplarındaki soykırım yanlısı ifadeleriyle manşete taşıdığımız Nobel Edebiyat 2019 ödülü ne yazık ki Sırpların Boşnaklara soykırım uygulamasını ‘medyanın abartması’ sözleriyle savunan Peter Handke’ye verildi.
Müzik dünyasının en prestijli ödüllerinden Grammy’de adaylar açıklandı. Türkiye’den Altın Gün grubu, 62. Grammy Ödülleri’ne ‘Gece’ adlı albümüyle En İyi Dünya Müziği Albümü kategorisinde aday gösterildi.
Avatar filmi 10 yıllık tüm zamanların en yüksek gişe hasılatı rekoru tahtını ‘Avengers: Endgame’e kaptırdı. Avatar’ın yönetmeni James Cameron önce yeni iyi bir film yapılması durumundan memnuniyet duyduklarını söyledi daha sonra ise ‘Avatar yeniden vizyona girse Avengers: Endgame’i tahtından eder’ açıklaması yaparak tahta yine gözü olduğunu ortaya koydu.
Usta oyuncu Haluk Bilginer 47. Uluslararası Emmy Ödülleri’nde Şahsiyet dizisindeki rolüyle ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülü aldı. Ödül hakkında konuşan Bilginer “Kendimden çok bu ödül Türkiye’ye gittiği için çok mutluyum” sözleriyle hayranlarının kalbinde bir kez daha taht kurdu. Bilginer, Türkiye’nin bu yılki gururu oldu.
*
Asrı Saadet’te, zamanın ruhunu okuyan/farkeden, bazı Bedeviler, Resulullah’a koştular, geldiler. Biz de Müslümansız diyerek, devlet hazinesinden pay talep ettiler. Kur’an onların bu durumunu (sahte Müslümanlığını) şöyle deşifre eder:
“Bedevîler (geldiler) “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi.” (Hucurat, 49/14)
Zamanımızda da özellikle son on beş yıl içinde; dinle, diyanetle hiç ilgisi olmayan bazı kesimlerin, zamanın ruhuna bakarak, menfaatlerini kaybetmemek veya daha da fazla kazanmak yada rant devşirmek adına sahte Müslümanlıkla işlerini yürüttükleri ifade edilmektedir.
İslami değerlerde bir hiyerarşi vardır.
Önce vasıta/sebep değerler; namaz, oruç, zekat, hac vb. ibadetlerdir.
Sonra da gaye/hedef değerler; hak-hukuk, haram-helal, doğruluk-dürüstlük, ahde vefa; yalan, iftira ve zulüm vb. ahlaki değerlerdir. Bunlara güzel ahlak denir.
“Kitap’tan sana vahyolunanı oku; namaz kıl; muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan (ahlaksızlıktan) alıkor; Allah’ı anmak en büyük şeydir! Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut,29/45).
Bu ayet ve hadisde (Kitap/Sünnet), İslami değerlerin, nihai hedefi ve gayesinin güzel ahlak olduğu anlaşılmaktadır.
Bu son döneme zamanın ruhu açıdan bakıldığında; haram-helal, haklı-haksız demeden daha çok kazanmak, daha çok mal, daha çok servet elde etmek isteyen kimi müslümanlar;
İslami değerleri sadece, vasıta değerler (Namaz, Oruç, zekat, hac kurban vb.) olarak algılayıp, gaye değerleri/ahlaki değerleri görmezlikten gelmektedirler.
İslamı, sadece ibadetler dini olarak algılayarak, İslam ahlakını gündeme getirmekten imtina etmektedirler. Hatta ahlaki konuları konuşmaktan yazmaktan rahatsız olmaktadırlar. Dolayısı ile ahlaksız bir dindarlık anlayışı geliştiği görülmektedir.
Hem alkol alıp, hem zina eden, kumar, haram-helal demeden para-mal iktisabı yapan, hiç utanmadan, vicdanı sızlamadan, yalan-dolan, iftira atan, hak hukuk tanımayan bir anlayış ile insanlara, hayvanlara zulüm işkence yapan;
Ancak ibadetlerini de ihmal etmeyen, arada bir hac ve umre yapıp günahlarından temizlendiğini farz ederek yaşanılan bir dindarlık; ahlaksız dindarlıktır.
Prof. Dr. Mehmet Görmez hoca bu konuda neler söylüyor!
“Gece kalkacaksın teheccüt kılacaksın, ertesi gün de, bundan cesaret alarak daha büyük kötülükler yapacaksın!
Yahut kötülük yapacaksın, zulmedeceksin, kalp kıracaksın, haksızlık yapacaksın, yalan söyleyeceksin, iftira edeceksin sonra da gidip Kabe’de bir umrede bütün günahları sıfırlayacaksın!
Bu aldatıcı dindarlık, sahte dindarlık, ahlaksız dindarlıktır.
İbadetini yapıyor ama haram yiyor, kötülük yapıyor. Bir insan hem ibadetini yapıp hem ahlaksızlık yapabilir mi? Evet yapabiliyor. Bir adam ibadetlerini terk etmiş ama hayatta hep doğru söylüyor. Böyle insanlar da var”
*
Gazeteler neden kapanıyor?
- Dijital devrim yaşandığını kavrayamadılar
- Teknik ve zihinsel dönüşüm yapamadılar
- Editöryal bağımsızlıklarını kaybettiler
- Çok fazla politize oldular
- Habercilik yarışından çekildiler
- Liyakat ve ehliyete önem vermediler
*
“Tüketim toplumu sadece gıda tüketmez, mal israfı yapmaz. Tüketim, fikir ve önerilerin de tüketildiği çok vahim bir hastalıktır.” Bu sebeple televizyonda yapılan tartışma programlarını, yorumları, analiz ve gazetelerde yazılan köşe yazılarını bir an için şöyle bir kulak arkası edelim
*
Yaşadığımız coğrafyanın Öcü’sü İran’dır. Yani İran, silah şirketlerinin Arap ülkeline silah satışlarının en büyük bahanesidir. Diğer Arap ülkelerinin dolarla, İsrail’in karşılıksız aldığı silahlardan bahsediyorum. Öcü olmazsa silaha ne gerek var, öyle değil mi?
Kasım Süleymani’nin öldürüleceğini İran lideri Hasan Ruhani biliyor muydu?. Hasan Ruhani, CIA ve MOSSAD işbirliği ile İran’a lider yapılmıştır. Bunu ben değil belgeler söylüyor. Vakti zamanında Hasan Ruhani, Paris’te bir otel odasında bu ajanlara Humeyni’nin devrilmesi için yalvarmıştır.
İran, yakın tarihinde yalnızca bir kez bir lider tarafından İran halkının menfaatleri lehinde yaklaşık iki yıl idare edilmeye çalışıldı. 1951-1953 vatansever Muhammed Musaddık’tan sonra İran’ın başına gelmiş bütün liderler Batı ve İsrail’in isteğine, emellerine hizmet etmişlerdir. Zaten bu şartla İran’a lider yapılmışlardır. Bazı projelerde başarıya ulaşmak için kavga, küfür, düşmanlık yapmak belirleyici bir rol olabiliyor. Bunun yeryüzündeki en belirgin proje örneği İran/İsrail (ABD) didişmesidir.
*
Ekolojik dengeyi bozunca; iklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, temiz su kaynaklarının kirletilmesi, GDO vd.
Virüslerin yaşam dünyası hayvanlar alemi olduğu halde; onların insanlığa bulaşması, insanların aracılığı ile oluyor. (Dabbetü’l arz da öyle değil mi?)
Tabiat denilen ekosistemden, insanlığın inşa ettiği teknoloji evine (tekno-city) taşındık. Bu yeni evin ekonomik sistemi; Kapitalizm. Siyasal sistemi; ulus-devlet. Hedef; sekülerizm. Araç; sınırsız üretim, sınırsız tüketim. Amaç hedonizm-hazcılık. Eğitim aracı, pozitivizm. Postmodernizm; nihilizmdir. (Başınıza gelenler, ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. Ayet) Çare; tövbe edip, fıtrata dönmektir.
*
“Devlet Aklı” denilen şey nedir, bu henüz Türkiye’de tartışmalı ve kurumsallaşmamış bir konu.
Zamana ve uluslararası konjonktüre göre değişen bir “Devlet Aklı” var. Kimin aklı Devlet Aklı? Erdoğan’ın mı, Bahçeli’nin mi, Perinçek’in mi? Mustafa Kemal’in mi? Tek Parti rejiminin mi?
Bir de Menderes var, Özal var, Demirel var.
Bu mesele Türkiye’de yerli yerine oturmuş değil ve “kurumsal bir devlet aklı” henüz yok.
İktidara gelen eğilim, “devlet aklını” nasıl işine uygun ise öyle şekillendiriyor.
Kurumsal yapıları güçlü ülkelerde, gelenekleri oturmuş ülkelerde bir “devlet aklından bahsetmek” mümkün. Bu henüz “genç T.C. için” oluşmamış veya değişken.
NEVZAT ÜLGER