DERİN DEVLET:
“Derin Devlet” vardır ve “Üst Akıl” tarafından oluşturulur. Üst akıl beyin, derin devlet ise onun enstrümanıdır.
Global oyun oynama kapasitesi olan güçlü ülkeler, üzerinde hesap yaptıkları; kurumsal yapıları zayıf, ekonomisi kırılgan, toplumsal yapısı parçalanmış ve demokrasisi gelişmemiş ülkelerin kontrolünü-yönlendirilmesini “Derin Devlet Enstrümanları” ile sağlarlar. Derin Devlet sanılanın aksine, zayıf devletlerde belirlenmiş düzenin koruyucusudur, ali menfaatlerin değil.
Üst akıl, öncelikle kontrol edilecek ülkenin bölgesel rolünü belirler. Daha sonra bu rolün gerçekleştirebilmesi için gerekli; doktrin, strateji ve konsept ile uygulanacak ana senaryo ve derin devlette görev alacak kilit aktörler belirlenir.
“Üst Akıl” küresel gücün elindedir. “Derin Devlet” enstrümanları çoğunlukla kontrol edilecek ülke içindedir, ancak bazı unsurlar dışarıda veya üçüncü ülkelerde de olabilir.
“Üst Akıl” milli bir yapı değildir. “Derin Devletin” enstrümanları da yerli olmayabilir.
“Derin Devlet”, “yekpare” bir yapı değildir. Görevi bilen kilit kadro birbirini tanır. Diğerleri durumun farkında olmayabilirler ve birbirlerini tanımazlar. Her bir parçanın; görevi ve söylemi farklıdır. Ancak hepsinin tek bir kesişim alanı vardır. Bu kesişim alanında güçleri ve eylemleri birleşir. Sözgelimi “devleti korumak” parametresi, hepsini bir noktada buluşturabilir. Hepsi de bunu “vatanseverlik” olarak görürler. Ancak “hangi devlet korunuyor suali” muhayyeldir. İrdelemeye başladığınızda garip şeylere hizmet eden bir “devlet” ile karşılaşabilirsiniz. Vatanseverlik kavramınız boşa düşebilir, gazoza gidiyor olabilirsiniz.
“Derin Devletin Enstrümanları”; farklı ideolojilerdeki partiler içinde, sivil toplum kuruluşlarında, işadamları derneklerinde, cemaat ve tarikatlarda, velhasıl her yerde bulunurlar. Dışarıdan bakıldığında farklı görünürler. Harekete geçtiklerinde aynı yere doğru ilerlediklerini, amaçları farklı da görülse, aynı neticeyi oluşturmaya çalıştıklarını anlarsınız. Onları bu ayak izleri açığa verir.
“Derin Devlet Enstrümanları”; otokratik rejimlerde, kapalı toplumlarda, medyası kontrol edilmiş yönetimlerde, demokrasi ve insan haklarının önemsenmediği toplumlarda, devletin kutsallaştırıldığı toplumlarda, fikir özgürlüğünün hainlik olarak algılandığı toplumlarda, ötekileştirmenin kolaylıkla yapılabildiği cemiyetlerde kolayca kabul görürler, etkili bir şekilde iş görürler, korunurlar ve kollanırlar. Hatta vatansever addedilirler.
Demokrasisini ve kurumlarını güçlü bir şekilde oluşturabilmiş, özgür medyaya sahip, eğitime önem veren topluma sahip, azınlıklarını daha etkin koruyan kollayan devletlerdeki “Derin Devlet Enstrümanları”; bizatihi o ülkenin özgür ve devletini seven vatandaşları, toplumun sağduyusu ve vicdanı, devletin oturmuş kurumsal yapısı, katılımcı demokrasisi ve özgür medyasıdır.
Türkiye cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, “Türkiye Derin Devleti”, “yeni kültürün temsilcisi” olan, “tepeden inmeci sol kanadın” kontrolüne verilmiştir. Burada sol; halkı küçümseyen, halkın kültüründen farklı değerlere sahip, din ile mesafeli, laik-üniter devletçi, Kürt varlığına karşı çıkan, batı hayat tarzını benimsemiş bir üst sınıfın olduğu, bir devre ait bakış açısı kastedilmektedir. İlerleyen yıllarda bu yapı da kendini ortanın solu olarak tanımlamıştır.
Yeni kurulan devlete; “sınırları içinde kalması”, “etrafına ilgi duymaması”, “çevresindeki Müslümanlar ve Türkler ile ilgilenmemesi”, “batı kültürüne bağlı olması”, “dine mesafeli durması”, komşu ülkelerdeki Kürtlerle ilgilenmemesi, gibi kritik parametreler, takip etmesi gereken rol olarak verilmiştir.
Yeni devlet için korunması gereken kutsal, “devlet ve batı medeniyeti normları” olmuştur.
Derin Devletin Enstrümanları ise, “ordu, yargı, bürokrasi ve medya” içinde yerleşmiş ve güçlendirilmiştir. Siyaset bunların altında bir yerde konumlanmıştır.
Yeni devleti yöneten siyaset, “belirlenen yoldan çıktıkça”, “Derin Devletin Enstrümanları” inandıkları değerler çerçevesinde motive olmuşlar, siyasete müdahale etmişler ve siyaseti yeniden şekillendirip, devleti rayına oturtmuşlardır.
Menderesler, Demireller, Erbakanlar, Türkeşler, Özallar, Erdoğanlar, elbette eksiklikleri ve defektleri ile birlikte, bu toplumsal değişim çizgisinin temsilcileri olmuş, kurulu nizamın dışında yeni tarzlar, yeni yollar, yeni hedefler peşinde koşmuşlardır.
Erdoğan’a kadar bütün “yoldan çıkmalar”, yoldan çıkaran liderlerin alaşağı edilmesi ile düzeltilmiştir. Menderes, Demirel, Erbakan, Türkeş, Özal kabuğu çatlatmışlar, ancak bir şekilde, saf dışı da edilmekten kurtulamamışlardır. Tek istisna Erdoğan olmuştur.
Bu durum kolay anlaşılır ve kolay izah edilebilir değil. Ya “Derin Devlet yeniden yapılandırıldı”, ya da Erdoğan “Derin Devlete uyum sağladı.”
Erdoğan’ın taşıdığı fikirlere tamamen “düşman-karşıt” olup da, bugün Erdoğan’la koalisyon halinde olan; Devlet Bahçeli, Doğu Perinçek, Ulusalcılar, Kemalistler’in, davranışları da çok kolay izah edilebilir değil.
Putin’den korkuyorum. Rus istihbaratı ve paramiliter unsurları, Ruslara büyük sempati besleyen Bahçeli ve Perinçek ekibiyle, Kemalistlerle, Ulusalcılarla, Avrasyacılarla çaktırmadan işbirliği yapıp, el altından bir halt karıştırabilirler mi diye çok korkuyorum.
Milyonlarca insanın işsiz olduğu, iş aramayan ev kadınlarına devletin baktığı, devletin bu nedenle 100 milyarca lira kamu maliyesi açığı verdiği, devletin bankasının maliyetinden ucuza kredi sattığı, bireysel olması gereken inanç alanının sürekli toplumsal bir fenomene dönüştüğü, tarihin bariz biçimde güncel politika için araç olarak kullanıldığı, pahalı alt yapı yatırımlarının plansız maliyetinin karabasan gibi çöktüğü ve çözüm olarak sınırsız biçimde ülke topraklarının arsa düzeyinde pazarlandığı bir dönemdeyiz.
Dünyanın hiçbir ülkesinde arsayı yabancılara sınırsız satmak diye bir kavram yoktur.
Arsanın üzerindeki binayı satmak makuldur ama arsasını da verirseniz teorik olarak ülkenin tamamını bu şekilde satma imkanı olur.
*
“Muhibbân-ı Kütüb” (Kitapseverler) ve “Mecânîn-i Kütüb” (Kitap Delileri)…
Yatakta kitap okumanın kitapseverlik raconunda yeri yok.
Kurşunkalemle sayfa kenarlarına kitabın canını acıtmadan notlar almak faydalıdır. Nitekim sahaflarda haşiyeli kitaplar daha yüksek fiyatlara alıcı buluyor.
“Muhibbân-ı kütüb”, Frenkçe tabiriyle bibliyofiller, incelemek ve ihtisas sahibi olmak için kitap edinirler.
“Mecânîn-i kütüb” (bibliyomanlar) ise sadece toplar ve sahip olmanın hazzını yaşarlar. Kitap deliliği çok ileri noktalara varabilen bir hastalıktır.
İnsanların kitapla ilişki biçimleri bunlarla sınırlı değil. Kitap saklayanlar, kitap yakanlar ve kitap yırtanlar (biblioklast’lar) da vardır.
*
Sayısal olarak bugün 7.740.502 üniversite öğrencimiz var. Dünyanın karşımızda titremesi ve “vay be!” dedirtmesi lazım ama dedirtmiyor.
Hepimiz biliyoruz ki bizim bu kadar üniversite öğrencimiz yok, varsa varsa bunların ancak 500-600 bini gerçek manada üniversite öğrencisi…
Geri kalan milyonlar, -kimse kusura bakmasın ama- sadece yüksek lise öğrencisi ve aldıkları eğitimin de gerçek hayatta hiç bir karşılığı yok.
Acil olarak mevcut üniversitelerin yarısını kapatmamız gerekiyor. Bizim bu kadar çok üniversiteye ve öğrencisine ihtiyacımız yok.
Sanayi inkılabı ve milliyetçilik çağının dayatması okul çoktan tarih oldu.
Liseden bu işi çözdük çözdük; çözemezsek gidişat bizi uçuruma sürükleyecek asıl bilmemiz gereken bu. 15 yıl sonra bugün üniversitelerde öğrettiğimiz –özür dilerim öğretemediğimiz- mesleklerin %80’i artık olmayacak.
*
Hz. Mevlana’dan;
“Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil.
Ne zaman bilmem, sen yeter ki o kapıda durmayı bil.”
“Bir insan bilmiyorsa ne istediğini, hem seni ziyan eder hem kendini.
Dibini görmediğin suya dalmadığın gibi, emin olmadığın sevgiye teslim etme kendini.”
*
“Üniversitelerin başlıca iki fonksiyonu var, birinci fonksiyon mevcut bilgilerin alanını genişletmek, yeni bilgiler elde etmek. İkincisi oluşan bilgi stokunu topluma özellikle gençlere transfer etmek. Birinci fonksiyon araştırma, ikinci fonksiyon ise öğretim. Araştırma pahalı bir şeydir. Hem çok para ister, enerji ister, fedakarlık ister ve sonucunu kestiremezsiniz. Uzun zaman, çok para harcarsınız ve bir sonuca ulaşamayabilirsiniz. Onun için bu lüksü, hala Batı dünyası kendi tekeline almış bulunuyor. Batı dışı dünya ise Batı’nın elde etmiş olduğu bilgileri öğretmekle vaktini geçiriyor. Bu daha ucuz ve daha kolay.
Türkiye’deki üniversitelerin sayısı 200’ü geçti, devlet ve vakıf üniversiteleri olmak üzere. Bunların da çoğunun belki de hepsinin asıl fonksiyonu, mevcut bilgi stokunu daha doğrusu Batı dünyasının meydana getirdiği bilgileri tercüme edip gençlere ve topluma aktarmaktır. Yeni bilgi meydana getirmek ise bizim üniversitelerimizde çok nadir bir vakadır.
Şehir Üniversitesi bilgilerimize yenilerini katmak istiyordu. Bu haddini aşmak sayıldı. Onun için kapatmaya yöneldiler.”
*
Hayalle/tasavvurla imkan arasındaki farkı göremezseniz maceraperest olmak ihtimali yüksektir.
*
Et’tekrarı Ahsen, velev kane yüzseksen.
*
Osmanlı Devleti 19. Yy’ın başında “Batılılaşma”yı seçti. Hızlı bir değişim yaşanıyordu. Temel motiflerden biri de elbette ekonomiydi. Zaten Batı’da da bütünüyle sanayileşme 19. yy’da başat hale gelmişti.
İngiltere ve Farnsa’nın öncülüğünde Batı sömürgeciliğe başlamıştı. Dünyanın zenginleri bu ülkelere akmaya başlamıştı. Sanayi toplumu olma aşamasına geç kalan Almanya kolonyalizm konusunda pay alamayınca, uluslar arası dengeleri bozmaya başladı.
Bu arada yenileşmenin önündeki engel görünen Yeniçeri Ocağı 1826 yılında ortadan kaldırılınca, hem Tanzimat’ın hem de 1838 antlaşmasının (Baltalimanı) tesiriyle Batı’ya açılma süreci hızlandı. Bu antlaşmayla Osmanlı da kapitalist dünyayla bütünleşmeye başladı.
1871 yılına gelindiğinde artık geriye dönme imkanı kalmamıştı.
1854 yılında Osmanlı’nın borç aldığı İngiltere’nin diğer Avrupa ülkeleri ve bankerleri ile birlikte Düyunu Umumiye’yi ilanından sonra 1877-78 Osmanlı Rus Harbindeki (93 Harbi) tutumu nedeni ile İngiliz etkisi azalmaya başladı. 1914 yılına kadar dünyanın jandarmasının İngiltere olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
İngiltere Mısır ve Hindistan’a çöreklenirken, Almanya ve Fransa demiryolu ve bankacılık alanlarında rekabete başladılar.
1881-1914 yıllarında Fransız, Alman ve Belçika sermayesi artış gösterdi. En fazla alacağı olanlar; Fransa, Birleşik Krallık ve Almanya olmuştu.
1909 darbesinden sonra başa geçen İttihat ve Terakki kadroları bir taraftan “İktisadi Milliyetçilik” başlatırken bir taraftan da ülkeyi dünya harbine sokuyordu. Temel hedef devlet eliyle bir Türk Burjuvazisi meydana getirmekti. Osmanlıcılık düşüncesi yerini Türkçülüğe bırakmıştı. 1913 yılında başlayan sadece Müslümanlardan alış veriş yapılması, aksi halde gayrimüslimlerle yapılan her alışverişin Müslümanlara kurşun olarak döneceği propagandası ve tatbikatı başladı. En tipik örnek; Şekerci Hacı Bekir hadisesidir. Bu olay Cumhuriyet döneminde de devam edecekti ve en belirgin isim Vehbi Koç’tu.
İngiltere ve Fransa etkisi azalmıştı ama lebaleb Alman etkisi/hakimiyeti başlamıştı.
Cumhuriyet dönemi ilk iktisadi kararlar “Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi”nde alındı. Aslında bu kararlar 1913 tarihli sanayiyi teşvik yasasının eklemelerle yapılan yeni şekliydi.
1950 yılına kadar uygulanan “Devletçilik” uygulamaları, kapitalizme de geçit veren bir şekilde uygulandı. 1930 yılına kadar ki taahhüt işleri, özellikle demiryolu inşaatları müteahhitlerinde önemli bir sermaye birikimine yol açacak ve daha sonra inşaat piyasasının yanında sanayileşme gibi konulara da adım atılmıştı. Nuri Demirağ’ın demiryolu müteahhirliğinden para sahibi olduğunu biliyoruz. Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası 1936 doğumludur. Unutmayalım Türk demiryolcularının ilk mektebi Hicaz Demiryolu Hattı’dır.
Anadolu’da ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın hattı olup, 1856-1866 yılında bir İngiliz firmasınca yapılmıştır. Yabancı sermaye öncülüğünde gerçekleştirilen ulaşım ağı, ülkenin önceliklerine göre değil, mensubu olduğu dış gücün önceliklerine göre yapılmıştır. Yabancı şirketler, denetledikleri limanlara göre demiryollarını ayarlamışlardır. (İlhan Tekeli, Selim İlkin, Türkiye’de Ulaştırmanın Gelişimi, Cum. Dönemi Türkiye Ansiklopedisi)
Demiryolu inşaatlarını Osmanlı bir denge politikası olarak kullanmıştır. Bu denge politikasından karlı çıkan devletse Almanya olmuştu. Almanya, Anadolu’nun buğday, tahıl, pamuk, taşkömürü petrol rezervi karşısında iştahını kabartıyordu.
Hicaz Demiryolu ise yerli elemanlarca 1900-1909 yılları arasında 1500 km olarak ve yabancı şirketlere göre yarı yarıya mal olmuştu. Bu hat Türk mühendislerine bir okul olmuştu.
Aynen bunun gibi, ilk motorlu uçağın 1903 yılında ABD’DE, 1910 yılında da İngiltere, Fransa ve Almanya bu işe giriştiğine göre Türkiye bu işe erken başlamış demektir.
1911 yılında TH Kuvvetleri kurulur. 15 Mart 1925 tarihinde Türk Tayyare Cemiyeti göreve başlar. Ancak bir el bu çalışmayı küçültür, sadece para işine bakar. Cemiyetin milli hassasiyetlere göre imalat işine girmesi gerekirken, sadece gelir kaynaklarını yönetmiştir. 1925-1935 yıllarının havacılık alanında kayıp yıllar olduğunu söylüyor Hürkuş. Vecihi Hürkuş, ilk Türk tipi uçağını Vecihi K-6 tayyaresini inşa etmiştir. Ama Hürkuş hayatı boyunca engellenmiştir. Hürkuş anılarında derki; bir kişi beni ziyarete gelerek isteğim olup olmadını sordu. Ben de bir uçağın yapımına katkı istedim. Bir uçak ne kadar dedi, ve hemen bir uçak bedeli olan 5 bin lirayı takdim etti. Nuri Demirağ bundan sonra uçak fabrikası fikrine girer ve 1936-1942 yılları arasında çalışan uçak fabrikasına da yine Vecihi Hürkuş’tan sonra ikinci milli uçak projesinin sahibi olup, uçak projesi devletçe uygun görülmeyen Selahaddin Alan’ı parasız olarak fabrikasına ortak etmiş ve NU. D.36 ve Nu. D.38 uçaklarının proje ve imalatını gerçekleştirmiştir.
Bu kadar malumatı, Türk sanayisinin 1940 yılından itibaren neden ve nasıl kesintiye uğradığını anlatmak için yazdım. Eğer bu engelleme olmasaydı, Türk uçakları Boing ve diğerleri ile aşık atıyor olacaktı. 1923-1950 arasında yerli uçak üretiminin başlıca alıcısı olan devlet, sanayileşmiş ülkelerin hibelerine evet demiştir. Marshall ve NATO yardımlarının yerli üretimin önündeki en büyük engel olduğu artık görülmelidir.
Yalnız Türkiye değil, gelişmekte olan ülkelere oynanan senaryonun herhangi bir versiyonudur bu.
NEVZAT ÜLGER