ESİR-İ AŞKIN OLDUK EY MODERNİTE!
18.yüzyılla birlikte yakından incelemeye aldığımız Batı ve modernite tam üç yüz yıldır hem bizim hem dünyanın gündeminde. Moderniteyi, bilvesile Batı’yı önce küçümsedik, sonra tahlile tabi tuttuk ardından da Cumhuriyetle birlikte anayasamıza alarak Batılılaşma yoluna baş koyduk.
Batılılaşma, çağdaşlaşma, muasırlaşma ve modern olma çabaları hep bu cereyanın sağlıklı bir yere oturması içindi. Ama biz bu akımı yalnız asrileşme olarak anladık uzun yıllar. Kadınlar, giysilerinin dekolte ölçülerine göre modernlik tasnifine tabi tutuldu. Hatta eşleri işlerinde terfi ettirileceği zaman hanımlarının kılık kıyafetleri dikkate alındı. Vurmayı öldürme şeklinde tatbik ettik ve asrileşmek için yalnız giyimde değil, her konuda mazi ile ilgimizi kesme yoluna gittik. Yahya Kemal bu durumu protesto etmek için “Ne harabiyim ne harabatiyim / Kökü mazide olan bir atiyim” diyerek mazi ile ilgimizi kesmeyi savunan Ziya Gökalp’e, mazisiz vatan olmaz demişti.
“Makineleşmek İstiyorum” şiirinin yazarı da, “İdeologya Örgüsü” kitabının yazarı da, Japon kalkınmasını örnek gösteren mütefekkirlerimiz de hep makineleşmeyi ve bu yolla kalkınmayı savundu. Çünkü toplumlar galipleri örnek alırlar. Müslümanlar uzun zaman “ağır sanayi” şarkıları söyledi.
Türkiye’de modernleşmenin tarihi genellikle sanaldır. Uzun bir zaman müddetince, en azından 1980’lere kadar modernleşme bir “seraptı”. Herkes bu serabı kendi meşrebince târif ediyor; tasnifler ve kavgalar târifler üzerinden yapılıyordu.
Sanayileşmeyi ıskaladık ama maalesef toprağı da kaybettik. Bu başarısızlık ve kaybedişi telâfi anlamında 1980’lerden sonra “kent tüketimi” adeta bir can simidi oldu.
Yeni bir cadde açılmıştı önümüzde; tüketim ve kent ekonomisi. Bu yıllardan itibaren artık Londra’da ne varsa İstanbul’da da Malatya’da da Muş’ta da bulunabiliyordu. Üretime girişmek için fazla sebep yoktu. Ne için sanayileşecektik ki? Ürün bolluğu ve tüketim için değil mi? Artık bu bolluğa erişmek için sanayileşmeye de gerek yoktu. Sanâyileşme ekonomisinin yerini başta müteahhitlik olmak üzere istihdamın genel olarak hizmet sektörü şeklinde dağıldığı kent ekonomisi başladı.
Menşeini sorgulamadığımız çok çeşitli yabancı mallar vitrinlerimizi doldurdu. Tüketiciyi değil, AVM’leri koruma altına aldık. Kredi muslukları da sonuna kadar açıldı. İhtiyaç kredisi sonuna kadar açıktı. Ev mi, araba mı, beyaz eşya veya manifatura mı, yiyecek mi lazım, hemen kredi kartı verelim. Bir kart yetmez birkaç tane. Ödemesi için Allah kerimdir. Çağdaşlaşma serabı birden gerçek oluvermişti. Dünya önümüze seriliyordu ve herkes tüketimden nasibini alarak çağdaşlaşıyordu. Sağ-sol kavgası, yerini yaşam tarzı kavgalarına bırakmıştı. Eski solcular kapitalist, İslamcılar ise paranın ve lüks yaşamın içinde asude günler yaşamaya başlamışlardı. Yerli üretime geçmek aklımıza gelmiyordu, çünkü aradığımız her şey vardı.
Yeni bir ulus inşası yoluna girerken, “toplumu dönüştürmeden” ziyade “yok etme” yolunu seçtik. Bir Fransız çocuğu Sefiller’i, İngiliz çocuğu Shakespeare’i, bir İspanyol Don Kişot’u okuyunca anlayabiliyor ama bizim çocuğumuz Fuzuli’yi, Nabi’yi hatta yakın geçmişteki yazarları okuyunca anlayamıyor. Bin kelimelik bir hayatın içine hapsedildi.
Dünyanın başka bir yerinde böyle bir kültür katliamı ne görüldü ne de düşünüldü. Eğitim üç yüz kelimelik sokak Türkçesine mahkûm edildiği için fikirde de bilgide de mutabakat kalmadı, zihni karmaşa devam edip durdu. Onun için merhum Cemil Meriç vecize sözlerinden; “Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler köksüz” diyordu.
Geçen gün bir şair arkadaş bir başka şairin kitabından bahsederken, kitaptaki kelime sayısına dikkat çekti ve kelime fakirliğini muşahhas olarak gösterdi. Bin kelime ile ne anlatılabilir ki?
Vasıflı kuşaklar yetiştirmenin yolu bilgi ve kültürün yanında ahlak ve karakter terbiyesi veren, sanat ve estetiğe önem veren bir eğitimden geçer. Eğitim çocukları bilgi hamalı yapmak yerine onlara değer kazandırmalıdır. Önce iyi bir insan nasıl olunur, ahlak nedir, vicdan nedir, adalet nedir, bunları öğretmek lazım çocuklara.
Özgür düşünceli, açık fikirli vatanına, milletine bağlı nesiller yetiştirmeliyiz. Eğitimin diplomalı okur-yazar yetiştirmek yerine kendi toprağından ve kültüründen beslenen bir kimlik inşa etmesi gerekmez mi?
NEVZAT ÜLGER