AKLA YOL GÖSTEREN KALB
İnsanlar beden gözü ile renklere, basiretleriyle de gerçeklere muhatap olur diyor bir güzel adam. Bedizzaman bu ayırıma “mana-i ismi ve mana-i harfi” diye iki zamir eklemiş. Yani güneşi anlatırken; “Güneş, büyük bir ateş kütlesidir. Dünyamızdan bir milyon üç yüz bin defa daha büyüktür. Yörüngesinde kendi etrafında döner. Diğer gezegenler de onun etrafında dönerler. Bu gezegenlerden biri yörüngesinden çıkarsa yalnız güneş sistemi değil, bütün kainat hercümerç olur” bakışı olaya mana-i ismi ile bakmaktır. Halbuki aynı olaya, aynı cümleleri kurduktan sonra; “Allah bu cisimlere birçok hikmetli görevler yaptırıyor. Onlar dahi Allah’ın emrine son derece bağlıdırlar. Dünya da aynen bir saat gibidir. Ona zamanın girmesi ile gece ile gündüz, tekrarından yıllar meydana gelir.” cümlelerini eklemleyerek bakılırsa bu da mana-i harfi olur. Olayı yaratıcısıyla ilişkilendirmek veya ilişkilendirmemek, işte bütün ayrılık noktası buradadır. (Tubi or not tubi.) Yani kainat Allah’a aittir diyen insanın, kainata da Allah hesabına bakması gerekmez mi?
Batlamyus dünyayı hareketsiz kabul ediyordu. (Batlamyus, İskenderiyeli Yunan matematikçi, coğrafyacı ve astronom. Yaklaşık olarak 85 ve 165 yılları arasında yaşadığı kabul edilir.) Dahası bu nazariye dünyada tam bin yıl kabul gördü. Demek ki akıl yalnız başına gerçekleri yakalamada hep isabet etmeyebilir. Her şeye rağmen, söyleyenin önemli biri olmasına rağmen hakikati yakalamada “merak ve şüphe” önemlidir herhalde. Hatta ilmi gerçeklerin yakalanmasında şüphenin bir metot olarak geliştirilmesi de zorunludur zannederim. Ancak “şüphe” bir gaye değil, gerçeği yakalamada, ilmel yakin bir bilgiye ulaşmada bir araç olmalıdır. Bu konuda Gazali’nin çok nefis bir tespiti vardır: “Ben, on sayısının üçten büyük olduğunu bildiğim halde, birisi bana ‘Hayır, üç ondan daha büyüktür. İşte sözümü ispat için şu değneği ejderhaya çevireceğim’ dese ve dediğini yapsa, bende asla bir tereddüt meydana gelmez. Ancak, o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım, o kadar. Yoksa bildiğim şeyde şüphe etmem.” İşte bu bakış insanı gerçeği yakalamaya götürür.
Keza Kur’an’ın ifadesi ile (Bakara/260); Hz. İbrahim’in, “Ya rabbi, ölüleri nasıl diriltirsin?” sorusunda da esas olarak ilmelyakinden aynelyakine hatta hakkelyakin bir bilgiye ulaşması ile “kalbinin itminana ermesi” amacı vardır.
Rasyonalistler akla, sufiler kalbe iltifatla hayatlarını sürdürürler. Halbuki esas olarak kalb-akıl birlikteliğine ihtiyaç vardır. Toplumsal meselelerimiz de bu birliktelikle sonuca ulaşır. Yalnız akıl şüpheciliğe kapı açabilir. Aklı gönülle birleştirmek gerekir. Çünkü; “Cünun farklı farklı olduğu gibi, fünun dahi bir nevi cünundur.”
Aklın imalatının, zihnimize depo ettiğimiz bilgi ve tecrübelere göre olacağını devamlı hatırda tutup, zihin deposuna çirkin yüklemeler yapmamaya gayret etmek gerekir herhalde.