HAMİDULLAH HOCA VE FIRAT ÜNİVERSİTESİ
Cumhuriyetin ilk yılları diyebileceğimiz 1933 yılında bir üniversite reformu yapılıyor. Bu reform gereğince de kapatılan Darulfünun/ İlahiyat fakültesi yerine, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi bünyesindeki İslâm Tetkikleri Enstitüsü kuruluyor. O dönemde yaşayan son Darülfünun İlahiyat Fakültesi hocası Şerafeddin Yaltkaya’nın 1941’de Diyanet İşleri Başkanı olmasıyla da bu enstitü kullanılamaz hale geliyor. Kapalı kalan kütüphanesi hariç aktif bir tarafı kalmıyor. 1933 yılı Üniversite Reformu’yla dağıtılan Darülfünun İlahiyat Fakültesi hocalarından işine son verilmeyenlerin kadroları da bu enstitüye aktarılıyor.
Umumi Türk Tarihi Kürsüsü hocası Zeki Velidi Togan, 1946 yılından itibaren Enstitü’yü yeniden açmak için teşebbüslerde bulunuyor. Özellikle 1951 yılında İstanbul’da yapılan “Müsteşrikler Kongresi”nden sonra çalışmalarına hız veriyor. Gerekçesi şu: “Oryantalistik tetkikler Türkiye’deki dinî hayat ve dinler tarihi ile ilgili çalışmalara ağırlık vermeye başladı, bu çalışmalara bizim de aktif olarak katılmamız lazım.” Konu fakülte kuruluna getiriliyor. Fakülte Kurulu’nda Merkez’in kurulmasına karşı en sert tepki Felsefe bölümünden Macit Gökberk ve Mazhar Şevket İpşiroğlu’ndan geliyor. “Laik bir üniversitede din araştırmaları olmaz” şeklinde özetlenebilecek fikirlerini ısrarla savunuyorlar. Tabi üniversite senatosu da direniyor. Dolayısı ile o zaman açılamayan İslâm Araştırmaları Merkezi ancak 1953 yılında açılabilmiş. “İslam Araştırmaları Merkezi”ne alınan ilk asistan da (1956’da) Salih Tuğ.
Aynı yıllarda, şimdi dünya bilim çevrelerince oldukça itibar edilen Prof. Dr. Fuat Sezgin’in gayretleriyle Muhammed Hamidullah Hoca sözleşmeli olarak ders vermek üzere getirtilmiş. Dersler Tarih bölümünde yapılıyor. Mütercimliğini Fuat Sezgin yaptığı zaman Arapça, Kemal Kuşçu yaptığı zaman ise Fransızca ders anlatılıyor. Üniversite ile hoca arasında akdedilen anlaşmada ders değil de konferans kelimesi geçtiği için Salih Tuğ, 60’lı yılların sonlarında bu dersleri gazetelerle ve küçük ilanlarla duyurarak dışarıya da açabilmiş. Böylece üniversite mensubu ve talebesi olmayan kişilerin de dinleyici olarak dersleri takip edebilmeleri mümkün olabilmiş. Buna bir anlamda üniversite-toplum kaynaşması demekte ne mahsur var?
İşte işin burasında Prof. Dr. İsmail Kara’dan bir anekdot anlatarak, bir bilim insanının halktan biri de olduğuna kayıt düşelim:
“Sinan Paşa külliyesi ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi arasında, o fotoğraflara ve gravürlere çokça konu olan güzel sebilin hizasında Pleymut marka bir dolmuş taksi istop etmiş, dışarı çıkan şoförü, benim gibi yoldan geçenlere seslenerek “ağabi şu merete bir el atın da yolumuza devam edelim” diyordu. Yakınımdaydı, hemen el verip itmeye başlamıştım ki kolumun yanına ince mi ince, esmer ve uzun bir kol daha ilişiverdi. Prasa kol dedikleri cinsten. Bir taraftan itiyor, içimden de “bu kolla mı arabayı iteceksin?” diyerek kendi kendime tebessüm ediyor, bir taraftan da yardım hissine, merhamet duygusuna gıpta ediyordum. Birkaç adım sonra araba sarsıldı, bildik hırıltılar, sesler çıkararak çalışmaya başladı. Ellerimi silerken yan gözle o mahut “kol” sahibine de bakmaktan kendimi alamadım.
Kimi görsem beğenirsiniz? Hamidullah Hoca!
İlmin tevazua ve merhamete inkılap etmesi dedikleri herhalde böyle bir şey olmalıydı.”
Şimdi, Fırat Üniversitesi Rektöründen ve rektörlüğünden bir “Medeniyet Araştırmaları Merkezi” kurulmasını isterken belki de hem medeniyetimizin detaylı bilinmesini hem de Hamidullah Hoca benzerlerinin yetişmelerini ve gelmelerini beklemek hakkımız değil midir?