BİRAZ NEZAKET LÜTFEN
Demokrasi sadece demokrasiyi seviyoruz demekle tesis edilemiyor. Eğer demokrasinin denge ve denetim kurumları sağlıklı işlemiyor ve kurumlar arası ahenk sağlanamıyorsa bir yerlerde sorunlar var demektir. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinden sonra hazırlanan anayasalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Anayasa Mahkemesi ile hükümeti Milli Güvenlik Kurulu ve Danıştay’la, yargıyı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ve üniversiteleri YÖK ile kontrol altında tutmak isteyen anlayış ne kadar demokrat olduğunu iddia ederse etsin, demokrat olmak sözle değil, uygulama ile belli olur.
Siyaset bütün gündemi etkiliyor. Örneklendirirsek; yazılı edebiyat dünyasına dikkat edilirse, daha önceki yıllardaki yayınlar çoğunlukla tasavvuf, dini hayat, Mevlana, Yunus ve mutasavvıflar üzerine iken, son yıla dikkat edersek daha çok devlet yönetiminde etkili olmuş kişilerle ilgili olanlardır; Yavuz, Kanuni, Abdulhamit, Ertuğrul ve diğerleri.
Her ne kadar yetişkinler daha çok siyasi hatırat ve nehir söyleşilere ilgi duysalar da, gene de Ortadoğu üzerine olan eserler de okunmaya devam etmektedir. Önemli yazarlarımızdan İskender Pala’nın son eseri “AbumRabum” tamamen bu konuya endekslidir. DAEŞ, İŞİT, PKK, YPG, FETÖ ve diğer terör örgütlerinin insanları olumsuz etkilemelerinden dolayı yayın hayatı da ister istemez bu bölgeye odaklanıyor.
Her şeye rağmen tarih, iktisat, hukuk, sosyoloji, hatırat ve biyografi alanlarına ait eserlere ilginin yoğun olması doğrusu ülkemiz adına umut vericidir.
Bir başka atıf; devamlı bizdeki eğitim sisteminin Batı kaynaklı olduğunu söyleriz. Dolayısıyla zihinlerin o doğrultuda davranmasını bekleriz. Mademki en azından son doksan yıldır Batı tipi eğitimi uyguluyoruz, o halde davranışlarımızın da istenilen norma kavuşması gerekir. Olmalıdır ama öyle olmuyor bir türlü. Ne bir Batılı tipi çıkıyor ortaya ne bir Müslüman tipi. Batı tipi eğitimini de beceremiyoruz ki bizim okumuşlarımız bir Batılının günlük hayatındaki etik anlayışından bile mahrum oluyor. Bir Müslümanın sahip olması gereken ahlaktan söz etmiyorum. Zira ‘ahlaklı Müslüman’ gibi bir tabirin ne kadar anlamsız olduğunun farkındayım. Çünkü Müslüman demek aslında aynı zamanda ahlaklı demektir. Bu dinin kurucusu, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” demiyor mu? Mesela bugün bizim medya mensuplarımız ne bir Batılının sahip olduğu medya etiğine ne de bir Müslümanın gözetmesi gereken hak ve hukuk anlayışına sahipler.
Günümüzün İslam ülkelerine ve özellikle kendi ülkemize baktığımızda, yalanın, toplumsal ve siyasi hayatta tedavisi neredeyse imkânsız sorunlara sebep olduğunu hepimiz görüyoruz. Her gün birbirini yalancılıkla suçlayan siyasetçilerden, yalan konuşan din ve bilim adamlarına, sözünde durmayan tüccar ve esnaftan, süte su katan çiftçiye, insanlara eşek eti yediren kasaplara, kaçak elektrik kullanan vatandaşa kadar her yerde yalancılığın yaygın olduğunu görüyoruz. Yirminci yüzyılın en çok insanların ahlakını bozduğunu söyleyen Nuri Pakdil haklı değil mi? Yirmi dört saat ahlaklı olabilen insan sayısı oldukça sayılıdır zannederim. İnsanların Allah’a koşuşunu engelleyen bir vetire ne kadar da çirkindir. Eğer bizim toplumumuz dindar olsa idi, yalan, hayat hakkı bulamazdı. Çünkü yalan ile imanın/dindarlığın bir arada yaşaması mümkün değildir. Demek son yüzyılda dindarlık değil, din istismarı var.
Bırakınız işler yapılsın, aramızda konuşalım, eleştirelim, gerekiyorsa övelim, gerekiyorsa yerelim ve doğru önerilerde bulunalım. Eleştiri kültürü bizi doğru toplumun oluşturulmasına doğru evirecektir. Bu ülke böyle böyle ileriye gidecek. Lütfen biraz nezâket.