YERLİLİK VE MİLLİLİK
“Yerli ve milli” kavramları son zamanlarda siyasi söylemlerde çok kullanılan iki kelime olmakla birlikte, esas itibariyle Cumhuriyet tarihimiz boyunca hayatın çeşitli alanlarında; siyasi, tarihi, estetik, edebi ve sosyolojik kulvarlarda kullanılan ve tartışılan iki kavramdır.
Bu iki kavram genellikle küresel baskılar karşısında, özgün duruş sergileyebilmek adına kullanılmakla birlikte, bazen de kendini dünyaya kapatmak adına kullanıldığına şahit olmaktayız. Bir başka ifade ile yerellik ile yerlilik arasındaki farka çok dikkat etmek gerekir.
Mesela dilde “yerli” olmak adına yakın tarihimizde ne tahribatların ve düşünce fukaralıklarına şahit olmuşuzdur. Bu düşünceyi ortaya sürenlerin “yerli” olmak adına kullandıkları kelimelerle “düşünce ve sanat alanında özgün metinler meydana getirmek” ne kadar mümkün olabildi? Hatta 1970’li yıllardan itibaren uzun bir süre bu kavramlar “sağcılık ve solculuk” üzerinden sergilendi. Konu sağcılık ve solculuk üzerinden tartışılmakla da kendini dünyaya kapattı. Demek kavramların siyasi retorikten kurtarılarak entelektüel alana sürülmesi gerekmez mi? Tabi bu cümleyi bir “seçkinci gurup” oluşturmak alanına çekmeyi zinhar kastetmediğimi belirtmem gerekir.
“Şehirlerimizin merkezi kaybolunca, düşüncelerin de merkezi belirsizleşir” diyor Bedri Gencer. Konuyu yazarlarımız üzerinden örneklendirmek gerekirse; Yahya Kemal terkibe dayalı bir motif olurken, Necip Fazıl daha politik ve biraz da dışlayıcıdır. Biraz daha ilerleyerek, fikir akımlarımızın arasında zaten bir homojenlikten bahsetmek pek mümkün olmasa gerek. Gerçi bu durum, yeni düşünce ve gelişmelere kanat açmak anlamına geleceğini kabul etmek gerekir. Mesela Türkiye’de “İslamcılığın” Türk sağının her tonu ile bir akrabalık taşımakla birlikte 1980 darbesinden sonra küresel sistemlere kapı araladığını söylemek mümkündür zannederim.
Türk solu üzerinde söz söyleme yetkisine sahip olan Halil Berktay “sol ideolojisinin yapısı gereği kendisini önce yerli ve milli olandan ayırdığını fakat bu kavramlarla birleşmeden de siyaset yapamadığını” söylemektedir. “Solun da sağın da yerlilik noktasında eleştirilecek çok yönünün olduğuna” da dikkat çekerek, bu gurupları tahlil edecek insanların bu hareketlerle iç içe yaşamamış insanlar tarafından yapılmasının da bir başka dışlamaya yol açacağına vurgu yapmaktadır. Mesela “Anadolu İslamı” gibi bir kavramı “İslamcılığı” reddetmek için kullanan İlhan Selçuk’un İslam’la irtibatı ancak kültürel düzeydeydi ve yaptığı tanım da yanlış oldu.
1980’den sonra “liberal sol” gibi nev-zuhur bir kavramın da önemli solcuların hayatlarında bir değişime neden olduğunu rahatlıkla tespit edebiliyoruz. Liberal-sol kavramının tedavüle girmesiyle birlikte de “akademik sol” dışında tutarlı bir sol kavramı pek kalmadı.
Bu kavramlar özellikle Gezi Parkı olaylarıyla 15 Temmuz hain darbe girişimleri sonucunda toplumun büyük çoğunluğu tarafından önemle kullanılmaktadır. Kendisini yerli bir yapı olarak sunan, düşüncelerini dini ve yerli kavramlarla ifade eden bir yapının, aslında ne kadar yabancı ve gayri milli olduğunu 15 Temmuz olayında çok açık olarak gördük.
Asıl sorunun “kendi zamanını ve yaşayışını kuramamak” olduğunu, bu olmadığı için de kavramlar konusunda ayrışmalar meydana geldiğini söyleyebiliriz. Örneklendirirsek; eğer Canan Karatay gibi Doğuyu ve Batıyı bilen biri olmasaydı, yemek kültürümüzde dahi yerli olmayı kaybedecektik demek aslında bir abartı değildir.
Yerli ve milli konusunu kültür, edebiyat ve eğitim açısından da bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. NEVZAT ÜLGER