STK’LAR NE KADAR SİVİL?
Geçen hafta sivil toplum kuruluşları ile yazdığım iki yazının ilgi görmesi üzerine, bu konuda başka şeylerin de yazılması gerektiğine ilişkin aldığım bazı iletiler üzerine yine sivil toplum üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.
Öncelikle hep gündemde tutulan sivil toplumun ne olduğuna bakıp geldiğimiz noktayı irdelememiz mümkündür.
Bu toplum güçlü bir “sivil toplum geleneği“ne sahip olmadığı gibi, yaşadığı uzun süreli “yukarıdan aşağıya modernleşme” mevcut “toplumsal sermaye“nin yok sınırına indirgenmesine neden olmuştur. Halka rağmen halkçılık anlayışı bunun tipik örneğidir. Örneklendirirsek; cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren aşağı-yukarı çeyrek asırlık bir sürede faaliyet gösteren “Halk Evi” yapılanması bir STK olarak topluma sunulmasına rağmen, asla bir sivil kuruluş olamamıştır. Temel görevi toplumu dönüştürmek olan bu kuruluş, sadece toplum egemenleri tarafından ilgi görürken, halk tabakaları tarafından ise hep teenniyle karşılanmıştır.
Bu anlatımın uzantısı olarak, toplum tarafından kabul gören STK tanımı; yaşadığımız toplumdaki yaşananlardan resmi uygulamaları çıkardınız zaman geriye kalanlar sivil toplumu oluşturuyor. Mesela yaptığınız bir müzik faaliyetinde dahi devletin yönlendirmesi ağırlıklı ise bu faaliyete de sivil bir hareket olarak bakmak zorlaşmaktadır.
Günümüz literatüründe “toplum eksi devlet” olarak tanımlanan “sivil toplum” yaşanılan süreçte “devletin uzantısı“ konumuna dönüştürülmeye çalışmış, hatta dönüştürülmüştür. En görünen bir örnek olması nedeniyle, bir toplu sözleşme bağıtlanması esnasında sendikacı daha çok işverenden yana tavır alıyorsa orada devletleştirilmiş bir sivilimsi hareketten bahsetmek daha gerçekçi olmaktadır.
Seçimle işbaşına gelen hükümetler esas itibariyle sivil hareket olmaları gerekirken kısa sürede “devletçi” bir anlayışa girmekle kalmıyor, devletle toplum arasındaki ara tabakaları ortadan kaldırarak doğan boşluğu da “sivilimsi kuruluşlar” ile takviye etmektedirler.
Aslında bu, Osmanlı’dan devir alınan zaten sınırlı “toplumsal sermaye“nin görünür olarak “devletleştirilmesi” anlamına gelmekteydi. Yine örneklendirirsek; bağımsız gibi görünen ve farklı görüşler savunan kadın örgütlenmeleri esas itibariyle “devletleştirilmiş” ve rejimin “ideal kadını“nı ortaya çıkarma aracı haline sokulmuştur.
Son yıllarda “Sivil toplum kuruluşu” görüntüsü veren biraz da dini bir hava estirip dini araçsallaştıran bir kapalı örgütün darbe girişimi “toplumsal sermaye” artışının “birey,” “devlet” ve “siyaset” katlarında sorgulanmasına iyice kapı açmıştır.
Bir tarikatın devletle bağ kurmasından sonra asla sivil bir hareket olamayacağı var sayılıyor günümüzde. Belli bakanlıklardaki yapılanma içinde liyakat değil de sırf bir tarikat mensubiyeti öne çıkıyorsa yeni bir “dejavu” olayıyla karşılaşmak mümkündür.
Bu konuda bir adım daha atarak; “sivil toplum“un güçlenmesinin, otoriter yapılardan “demokrasiye geçiş“ olduğu tezi artık yeterli görülmeyip esas olanın “demokrasinin kalitesi“ni yükseltme alanında olması gerektiği kabul görmektedir. Toplumsal sermayenin güçlenmesi, “katılım“ı yalnız “seçimden ibaret” bir olay olmadığını da artık iyice göstermektedir.
Tabi bu uygulamaların hangisi daha faydalı oluyor konusu da ayrı bir konudur.
NEVZAT ÜLGER