İNANIYORUZ VE DÜŞÜNÜYORUZ
Çok değil, bundan yüz yirmi-yüz otuz yıl öncesine kadar zengin yer altı kaynaklarımız ve geniş bir coğrafyamız vardı. Yani toplum fertlerinin müreffeh bir hayat sürmesi için yeterli kaynaklarımız vardı. Böyle bir varlık, iyi değerlendirilebilseydi maddi kalkınma için belki yeterliydi ama değerlendiremedik. Tabi değerlendiremeyince de geniş ülke topraklarını devam ettiremedik.
Neden?
Şimdilerde çok daha iyi anlıyoruz ki, bu varlığın gelişerek devamı için serbest düşünce ortamı içerisinde “bilgi üretme” ameliyesine ve geliştirilip yaşatılması gereken insani değerlere ihtiyaç vardı. Resmi düşünce elbette önemlidir ama resmi düşüncenin odak noktasını iktidar kaygısı oluşturur denilmesinde sakınca var mı? Bu nedenle defansif değil ofansif olan sivil düşünce ritmine ihtiyaç vardı.
Hala daha bin yıl öncesinde yaşamış bir düşünce insanının, üç yüz sene önce yaşamış bir sosyologun, yüz yıl önce yaşamış bir siyaset kuramcısının görüşlerinden adeta aşılamaz birer çalışma alanı olarak bahsediyoruz. 1920 yılına kadar hukuk ve felsefe eğitimine, bu tarihten sonra da farklı “düşünce insanı”na pek olumlu iltifat edilmedi. Mesela Nurettin Topçu yurtdışı eğitimini başarı ile tamamlayarak yurda döndü ve zamanla “doçent” oldu ama ona üniversitelerde değil hep liselerde görev verildi. Çünkü Nurettin Topçu farklı düşünüyordu. Farklı bakış açısıyla başlayıp sonradan görüş değiştirmedi, hep farklı düşünmeye devam etti. Görev vermedik de ne oldu, ülke zarar etti.
Hem aynı dini bilginin farklı yorumlanmasına tahammül edemedik, hem de bilgi transferinde maharet gösteremedik. Farklı düşünmeyi, karşı çıkmak olarak anladık ve farklılıkları bastırdık. Halbuki “Veda Hutbesi”nde hazreti peygamber; “Bu anlattıklarımı burada bulunanlar, burada bulunmayanlara nakletsinler. Umulur ki daha iyi anlayanlar bulunur” diyordu. Demek ki aynı metnin dinamikliğini unutmayarak, farklı yorumlara kulak verip onları anlamaya çalışmalıyız. Hoşgörü dediğimiz şey yalnız şahsi kusurlarımızı “hoş görme” becerisi (!) değildir.
Elbette özelde Türkiye’de, genelde bütün İslam coğrafyasında bir hayli artılarımız var ve bunlarla övünmek de hakkımızdır. Ama karşı karşıya kaldığımız sorunları iyi tanıyıp, bunlar üzerinde bizim de kusurlarımızı görmemiz gerekmez mi? İşte bunun için eleştirel ve özgürlükçü düşünce yapısına ve ortamına ihtiyaç var.
İtirazı ve itirafı olmayan kafa yapıları ile toplumsal ilerleme ne derece mümkün olabilir ki? İtirazı ve itirafı olmayan insan için bir çift hamaset, bir çift de skolastik söz ettiniz mi mesele bitmiştir. Eskiden “ağa” denilen toplum güdücülerinin okumaya ve medeniyete karşı çıkışları hep kendi sistemlerinin zarar görmesini engellemek için değil miydi?
Bizim artık şehir toplumu olmanın icaplarını daha güzel yaşamak arzu ve isteğimizi hep diri tutmamız gerekir. “Eğer Allah insanları yekdiğeri ile dengelemeseydi yeryüzü fesada uğrardı.”
NEVZAT ÜLGER