VAHDET-İ VÜCUT ÜZERİNE
Vahdet-i vücutçuluk anlayışının tarikat dünyasında önemli bir yeri vardır. Bu anlamda da Muhiddin-i Arabi her ne kadar 11. ve 12. yüzyılda yaşamış olsa da “o bu gündedir” demekte bir sakınca olmaz. Çünkü hala benimseyenleri, reddedenleri ve tartışanları var. Bin yıldır gündemde.
Vahdet-i Vücud için sonradan önemli bir eleştiriyi 17.yüzyılda İmam Rabbani yapacak ama Arabi’nin çağdaşı olan İbni Teymiye bu anlayışa karşı oldukça sert eleştiriler yönelterek hem insanların bu konuya ilişkin ufuklarını genişletecek hem de alim olarak bir görev ifa etmiş olacaktır.
Arabi de, Teymiye de, Rabbani de esas itibariyle oldukça vasıflı ve Allah’a yakınlık oluşturmaya çaba sarfeden birer yıldızdırlar. Zaten öyle olmasaydı, 1000 yıl sonra veya 500 yıl sonra nasıl gündem oluşturabilirlerdi?
İnsan dünyaya gelmeden önce fiiliyata çıkmamış bir ruhtan ibaretti. Farklı bir boyutta ve beş boyut üzerinde yaşıyordu. Dünyaya gelip beden gemisinin içine yerleşince bu boyutlardan birini kaybetti. Üç boyutlu olarak dördüncü boyut üzerinde yaşamaya başladı. Ancak birtakım üstün meziyetlerini de, beşinci boyutu kaybettiği için yaşayamaz oldu. İşte o meziyetlerini tekrar kazanabilmek için yaşayışında önemli ilkelere yer verir.
Genel olarak felsefenin İslam alemine yayılmasıyla, “fena fillah” anlayışı bazı değişimlere uğrayarak “Vahdet-i Vücud” anlayışına dönüşmüştür. Zaten İbni Arabi’den önce bu çapta bir görüş serdeden kimse olmamıştır. Bayezid-i Bestami riyazat anlamında önemli şeyler söylüyordu ama Arabi “Vahdet-i Vücud” anlayışı ile çok farklı bir konuma konuşlanıyordu. Bu işte Bayezid’in öncülünden de, Sadreddin Konevi’nin sistemleştirmesinden de söz edilebilir elbette.
İslam’da; dinamik kutbun Allah olması kaydıyla, Allah ile alem, Allah ile insan arasında daima bir ilişki vardır. Yoksa Allah –haşa- atıl değil daima yaratandır. Her olayve her şey ‘o “ol” deyince ancak olur.
İbni Teymiye, Arabi’nin vahdet-i vucut anlayışını tenkit ederken; “bu ekolün ilahlığı “Rab”lığa indirgediğini, dini emirleri kevni emir (tabiat kanunu) gibi görmeye başladığını” söyler. “Dini emirler kevni emirler gibi görünmeye başlayınca, Allah’ın dini varlık nedenini kaybeder ve keyfileşir.” Çünkü “dini emirler yerine kevni emirler üzerinden bakılacak olursa, herhangi bir varlığa tapanla Allah’a tapan arasında fark kalmaz.” Oysa bu yanlıştır. İnsan İlah kavramı üzerinden dine yaklaşınca emirler ve yasakları görür, iradesini kullandığı doğrultuda Müslüman veya kafir olur. Ama Rab kavramı üzerinden hareket eden Vahdet-i Vücutçular herkesi Müslüman olarak görürler; çünkü O Rabbü’l Alemindir diyorlar. Kafir de olsa her insanın rızkını veren Allah’dır, çünkü o rabbü’l alemindir. Halbuki Allah alemleri yaratıp öylece bırakmamış, onda şer’i kanunlar da var etmiştir. Yani kafir kevni kanunları inkar ederek değil, ilahi emirleri kabul etmediğinden kafir olmuştur. Özetle; Allah, bütün yaratıkları besleyip büyütmekle, terbiye etme fiili ile Rabb, onlara bir takım dini emir ve yasaklar koyma yönüyle de İlahtır.
Vahdet-i Vucud sisteminde Allah’a çok özel bir yer verilmiş olmakla birlikte, Kuran’da geçen Allah kavramından farklıdır. Çünkü onlara göre, mesela; alemin kıdemi meselesi ehli sünnete uymaz.
Güneşin ışınları güneşle ilgilidir ancak güneşin kendisi değildir. Bu konuda yakın geçmişte Bediüzzaman’ın söyledikleri de önem arzeder; “her şey O değil, her şey ondandır” diyor. “Heme ost değil, heme ezost.”
Allah herkesin rabbi, Müslümanların İlahıdır. O odur, alem de alemdir.
NEVZAT ÜLGER