PARA, İLİM VE SİYASET
Bir ülke ekonomisinin başarısını değerlendirirken üretim ve gelirinin yanında insanların refahını, yaşam kalitesini, gelirin adil dağılımını, sağlığı, eğitimi ve değişen çevre koşullarını da dikkate almak gerekir. Yoksa “kişi başına gelir” yalnız başına ortaya konursa toplumsal refah göz ardı edilmiş olur. Mesela gelir artışı adil olmayan bir şekilde bölünüyorsa ya da insanların sağlığı bozuluyorsa, fikir beyan etmede sıkıntılar varsa orada kişi başına gelir artsa da toplumsal refahın azalabileceğini kabul etmek gerekir.
Bundan dolayı da “iktisadi gelişme” çok boyutlu bir süreç olarak kabul edilir. İktisadi gelişme ele alınırken; sağlık, eğitim, çevre, istihdam, yaşam koşulları, siyasi katılım, özgür yaşama, can ve mal emniyeti, yeteneklerini kullanabilme özgürlüğü, düşünce ve inanç hürriyeti gibi boyutlar da dikkate alınır.
Sanayi devrimini tetikleyen buharlı makinenin icadından, 18.yüzyılın ikinci yarısından sonra özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da verimlilik arttı ve dünyanın diğer ülkelerini de etkisi altına aldı.
Türkiye’de teknolojik enstrümanlar ancak 1930 yılından itibaren kullanılmaya başladı. Örneklendirirsek, tekstil ve Sümerbank ile madencilik ve Etibank hemen kendisini öne çıkarır. Kaldı ki 1930’lu yıllarda hayati önemi olan üç beyaz ve üç siyah konusu öncelikle ele alınan konulardır: Üç beyaz; şeker, un ve patiska, üç siyah; kömür, demir ve neft. Yani önce altı konunun milli olarak çözümüne gidilmiş; yiyecek, içecek, giyecek ile yakacak, barınak/konut ve enerji. Oldukça önemli çalışmalar.
İkinci dünya savaşından sonra, özellikle 1950 sonrası tarımda teknolojinin kullanılmaya başlamasıyla, çoğunluğu kırsalda yaşayan ülke insanlarının cebi para, sofraları bol yiyecek gördü.
1950 sonrasında elektrik üretimi alanında gösterilen başarı; Şeker Fabrikalarını, Çimento fabrikalarını, Et-Balık Kurumlarını, Gübre Sanayisini ve diğerlerini işletmeye açtı. Açılan iş alanlarının cazibesinden dolayı tarım kesimindeki önemli bir nüfus şehirlere göç etti. Tabi şehirleşme alanında yeterli yatırımlar yapılamadığından dolayı da bu yeni şehirliler(!) uzun bir süre konut diye barınaklarda/gecekondularda yaşadı. Ama bir değişimin de ateşleyicisi oldular. Çünkü o günün varoşlarında yaşayanların çocukları, daha sonra ülkenin idaresinde söz sahibi oldular. Çünkü zar-zor da olsa belli bir eğitimden geçtiler.
1968 yılında yapımına başlanan Keban Barajı enerji boşluğunu uzun bir süre doldurmuş gibiydi. 1970’li yıllardan itibaren kullanılmaya başlanan manevi kalkınma söylemi bir kendine dönüş hareketi gibiydi.
Bu gelişmelere ister çıkar çatışması denilsin ister kültürün değişmesi denilsin, neticede ülke belli bir ivmeyi yakalamıştı. Ondan sonra gelenlere düşen bu ivmeyi daha hızlandırmak ve toplumsal refahı artırmak anlamında daha yerli ve milli olmaktı. Bütün bu safhada temel dinamik devlet olmuştu.
Devletçiliğin Türkiye iktisadi hayatındaki yerinin zayıflaması 1983 yılında başlar diyebiliriz. İhracata dayalı büyüme modeli (neoliberalizm) ile ülkemizin Anadolu insanları üretimle tanıştı. Dünyayla tanıştı, varlıklı hale geldi ve yerli üretim işletmelerinin sayısı arttı. İnsanlara iş alanları açıldı. Özel sektör giderek güçlendi.
Anadolu insanı artık para, ilim ve siyaset konularında ben de varım demeye başladı. Tabi siyasi ve iktisadi gücün de adil dağılımı gerekir. Eğer siyasi ve iktisadi güç belli bir gurupta kümelenme yaparsa toplumsal refah bozulabilir.
Hangi alan olursa olsun, şaşmaz ölçü “adalet” olmalıdır.
NEVZAT ÜLGER