12 EYLÜL’DE NEDEN DARBE YAPTILAR
Cüneyt Arcayürek’in kaleminden: “Temmuz 1979, 12 Eylül darbesinden önce Genelkurmay Başkanı Evren’in yakın arkadaşı, sonradan ordu komutanı, daha sonra Cumhurbaşkanlığı danışmanı emekli Orgeneral Bedrettin Demirel, ölmeden önce yaptığı açıklamalarda 1979’da Evren’i müdahaleye zorladığını ancak daha henüz pişmedi benzeri bir yanıtla karşılaştığını söylüyor.
Müdahaleyi hem meşru kılacak, hem de kamuoyundan tam destek alacak bir zamanın beklendiğini, ama hata edildiğini” söylüyor.
Süleyman Demirel, 12 Eylül öncesinde parlamentonun cumhurbaşkanı seçmemiş olmasını müdahale için bir bahane olarak görüldüğünü ifade ediyor:
“Devlete el koymaya bir sene evvel karar verdiklerine göre (cumhurbaşkanının) seçilememiş olmasından ziyade, seçilmemiş olmasını bir bahane yapmaktır esas. Yoksa gerçekten Genelkurmay Başkanı’nın işi değil, cumhurbaşkanı seçilmiş veya seçilmemiş olması. Ki, o anayasayla zaten seçmek de mümkün değildi. Üçüncü turdan sonra salt çoğunluğu bulacaksın, peki bulamazsan ne yapacaksın? Bulamazsan hiçbir müeyyidesi yok.”
Kaldı ki, 12 Eylül’den aylar önce Adnan Başer Kafaoğlu ile Coşkun Kırca’nın bir anayasa hazırlığı içinde Necdet Üruğ ile temasları olduğu biliniyordu.
Haydar Saltık, 12 Eylül’ün Darbe Planlama Birimi başkanı idi. Evren daha 1978 yılında darbe hazırlıklarına giriştiklerini açıkladı. Saltık’ın görevi Genelkurmay 2. Başkanlığıydı. Özel harp dairesi (ÖHD) ona bağlıydı. Saltık 1980 Ağustos’unda Ege Ordu Komutanlığına atanmasına rağmen darbede kilit görevde olduğu için Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’ne getirildi. Necdet Üruğ ekibi baskın çıkınca emekli edildi. İsviçre’nin başkenti Bern’e büyükelçi olarak atandı.
12 Eylül geldiğinde ABD’de Carter iş başındaydı. Tiyatro izlerken 12 Eylül darbesini öğrenmişti. “Senin çocuklar” değiminin Türkçesi, Türkiye’deki NATO ittifakına bağlı emir komuta yapısıydı.
Peki neydi 12 Eylülcüleri bu harekete iten şey?
Onlara göre, bir defa milliyetçilik dediğin şey “militarize ” olmalıydı.
Sonra…
Öyle “saçma sapan fikirlere” sarılmaya başlamıştı toplum. Yani ne demek İslamcılık? Ne demek liberalizm? Ne demek solculuk. Bu ülkede yaşayan insanlar “Atatürkçülük” dışında herhangi bir düşünce ya da inanışın uzağında kalmalıydılar.
Bu anlayış aslında “sanayileşmeyi” yaşamamış toplumların “Batı”yı sırf şekilcilik olarak anlamalarıyla ilgiliydi.
Eleştiriye yer yok. Bu yalnız bizim değil kalkınma yolunda ancak henüz kalkınamamış toplumların ortak derdi. Oysa her ideoloji statik değil, dinamik olmak zorunda. Türkiye’de diğer kuruluşlar da o dönemlere kadar bu duruma uygundu. Hoş sonradan değişenler fazla farklı değil, ama olsun. Değişim bir başladı mı artık durmaz.
Basın inandığını değil, emredilen çizgiyi yazdı.
Sivil toplum kuruluşları, sivil devlet kuruluşu olmayı daha karlı ve rahat buldular.
Bazı kurum ve kuruluşlar zaten 1961 Anayasası ile bunun için oluşturulmuşlardı. Anayasa Mahkemesi parlamentoyu dengeleme görevi yapıyordu.
Üniversiteler fikir yayan ve fikir taşıyan değil, modernizme hazır kıtalardı. Başlarına “YÖK” tacını da bunun için taktılar.
Toplum deseniz, %15’inin düşüncesi aynıydı :Her gün 20-30 kişiyi asacaksın. Yoksa bu ülke olmaz.
Sonra “su uyur, düşman uyumaz.” Şeş cihetten düşmanlarla çevriliyiz. Öyle “düşünce ve ifade özgürlüğü” , “din ve vicdan hürriyeti” ile “serbest piyasa ekonomisi ve hür teşebbüs” fikri demek gelişmiş ülkeler için doğrudur ama gelişmemiş ülkelerin nesine gerek bu düşünceler!
NEVZAT ÜLGER