NEDEN MÜSLÜMANCA DÜŞÜNEMEDİK?
İnsanoğlu “Samanyolu” adı verilen bir galakside, yine bir yıldız olan Güneş’le birlikte hareket eden arz (yer) üzerinde yaşamaktadır. İlim adamları diyor ki; bizim galaksimiz içinde aynen güneş sistemine benzer yüz milyardan fazla yıldız sistemi ve uzayda da milyarlarca galaksiler mevcuttur. Bizim üzerinde yaşadığımız yerküre, bu astronomik büyüklük içinde cesamet olarak önemli bir hacim olmadığı gibi, bu küre üzerinde de insan denilen varlığın fiziki boyutları bir şey ifade etmemektedir. Öyleyse yeryüzünde “insan” denilen bu varlığı önemli kılan nedir?
İşte Batı ile Doğu arasındaki fark bu soruya verilecek cevapta önemli bir yer tutmaktadır. Batı yalnız aklın verilerini esas alıp, vahyi bilgilere kapıları kapatınca, insanın yaratılışı konusunda “hikaye” anlatmakla yetinir oldu. Batlamyus’un (M.S.063) “dünya hareketsizdir” tezi maalesef tam bin yıl kabul görmüştü.
Doğu ise bu soruya cevap verirken; “Allah yaratıkları içinde insana özel bir önem vermiş ve birçok şeyi de insanın kontrolüne bağlamıştır. Bilgi (ilim) ve adalet (hak) kavramları bunlardandır. Şüphe, gaye değil, gerçeği bulmak ve gerçek (yakini/tereddütsüz) bilgiye ulaşmak için bir vasıtadır” diyordu Gazali. Dolayısıyla gerçekliği yansıtmayan ifadeler bilgi değildir. Zaten gerçeklik duygusu olmayan şeye bilgi değil belki ideoloji diyebiliriz.
Şimdi bu anlatımdan sonra şu soruya muhatap olmak kaçınılmazdır: Peki, bu gün Batı, teknolojiyi kullanma ve kalkınma seviyesi ile insan hakları ve düşünce hürriyeti konusunda bir hayli mesafe almışken, Doğu neden geri kalmışlık, kalkınamama, bozuk gelir dağılımı ve insan hakları konusunda yerde sürünüyor?
Soru haklı ve izah ister. Öncelikle Doğu’nun 8-15.yüzyıllarda matematik, astronomi, tıp, fizik ve kimya konularında Batı’ya ders verebilecek bir seviyesi vardı. Hepsi de filozof olan İbni Sina (v.1037), Farabi (v.950), Kindi (v.873), İbni Rüşt (v.1198) Batı’nın hala faydalandığı isimlerdir. M. Arabi’nin “Vahdet-i Vücud”u ve Mevlana’nın “Mevlevilik” akımı halen Batı dünyasının tamamını etkilemeye devam etmektedir. Keza Türkler, (Tuğrul Bey’in Abbasi halifelerini himayesine aldıktan sonra)1055’ten itibaren kendi isimleriyle siyasi sahnedeki yerlerini aldılar. Batı ileri bir devlet nasıl olmalıdır diye düşündüğünde hep Osmanlı’ya bakmıştır.
18.yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren başlayıp İmparatorluğun tasfiyesine kadar devam eden sürede “Huzur Dersleri” yapılıyordu ama bu derslerde de müzakere edilen konular genellikle dini ilimler olmaktaydı. Bu dersler bizzat padişahların katılımı ile ve ilmiyeden bir zatın yönetiminde, yine ilim adamlarının müzakereleri kapsamında Ramazan aylarında yapılıyor ve ateşin tartışmalara da sahne olmakla birlikte hiçbir zaman dini alanın dışına çıkmıyordu.
Doğu, yavaş yavaş kendilerine ait olan düşünce üretme tekniklerini terk ederek, ilim dünyasında önemini kaybetmiştir. Özellikle “ilmi” bir bütün olarak görmek yerine “dini ilimler” ve “din dışı ilimler” diye bir ayırıma gittiklerinden, din ilmi olarak kabul etmedikleri fizik, kimya, felsefe, astronomi gibi ilimlerden uzaklaştılar. Böylece de yaratılmışların tamamı ile ilgili birçok konuyla ilgilenmeyen bir insan tipi ortaya çıktı. Oysa bilimsel üretim; bir toplumun geçmiş tarihindeki etkinliklerinin bir bileşenidir. Dini ilimlerde ileri gitmiş insanlara nasıl alim deniyorsa, fen bilimlerinde ileri gitmiş ilim erbabına da alim denir. Hissi izahlarla konu geçiştirilmemelidir. Marifetname yazarı; “varlıklar öyle bir yaratılmıştır ki hepsinin temel yapısı simetriktir ve bir ayna gibi birbirlerini ve neticede de Allah’ın yaratma gücünü yansıtırlar. Her alan farklı bir varoluş seviyesine aittir” diyor. Bir başka yerde; “yıldızların gücünün doğal olayları etkilediğini (med-cezir gibi) ve bu gücün Allah tarafından bahşedildiğini” anlatıyor. Gerek İbrahim Hakkı gerekse Bediüzzaman, tabiat için; “kokusu insan olan gül bahçesi” benzetmesinden sonra, “insanın ölümü dünyayı kokusuz bırakır” benzetmesini yaparak, “Yeryüzünde inanan insan kalmazsa, dünya sersemler ve parçalanır” sonucuna varıyorlar. Kaldı ki tabiatta gördüklerimiz Allah’ın kudretinin yansımaları olması nedeni ile “esma ve sıfatların” görünen kısımları değil midir?
“İlim” kavramın kendine özgü boyutlarının olduğu kabul edilerek, doğru düşünme kuralları içinde güvenilir bilgiye ulaşılmalıdır. Eşyanın görünen yüzü de bilinmeli, görünmeyen yüzü de bilinmelidir. Kur’an nasıl Allah’ın kitabı ise, kainat da Allah’ın kitabıdır. “İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir genişliğe sahiptir ki, çerçeve içine alınması zor olur. O kadar dardır ki bazen iğneye mekan olamaz, bir noktada hapsolur, bazen de dünyayı bir karpuz gibi eline alır ve akıl odasında misafir eder. Bazen haddini aşar, bazen oldukça küçülür.” Çare isyanı marifet bilmemektir.
NEVZAT ÜLGER