CUMHURİYET ÜZERİNE
Cumhuriyetimizin kurulunun 95.yıldönümünde ülke olarak haklı bir gururu yaşıyoruz. Bu vesile ile İslam dünyasında tartışılan yönetim şekilleri konusunda iki konuyu sesli düşünmek istiyorum.
Öncelikle belirtmek gerekirse; hükümet etme şekilleri/yönetim biçimleri oligarşi ve demokrasi olmak üzere iki ana gruba ayrılıyor.
Oligarşi; azınlığa dayanan hükümet şekli, sadece belli bir gurubun içinde devir teslimi yapılan yönetimler, monarşik idareler bu guruba giriyor.
Demokrasi ise; halkın veya halk çoğunluğunun hükümet şekli, halkın yönetime direkt veya temsili manada katıldığı yönetim biçimi demektir.
Bu iki ana yönetim biçimi dışında, bu aslî şekillere olan yakınlık ve uzaklıklarına göre daha farklı yönetim biçimleri bulunabilir. Fakat farklı isim ve tanımlamalara zorlansalar da bütün yönetim biçimleri esas itibariyle ya demokrasi ya da oligarşi kapsamında yer alır.
İslâm, bir din olarak devlet ve yönetim biçimlerine ilişkin bir belirleme getirmek yerine genel ilke ve amaçlar koymakla yetinmiş, insanlara da hem bu ilke ve amaçları hem de zamanın şartlarını dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme ve düzenleme hak ve yetkisini bırakmıştır. Yönetimin meşruiyeti için en önemli şartı; adalettir. Adalet mülkün temelidir.
Bu itibarla, gerek İslâm hukukunun klasik kaynaklarında ve gerekse çağımızda kaleme alınan bir çok eser vardır. Bu eserlerde ileri sürülen görüşleri, İslâm anayasa hukuku ve yönetim şekli ile ilgili görüşlerini, İslâm’ın alternatifsiz biçimde belirlenmiş hükümleri olarak değil, Müslüman yazarların, İslâm’ın genel ilkeleri ışığında ve kendilerini çevreleyen şartlar içinde daha âdil, daha düzenli ve daha dürüst bir yönetime ulaşma, mutlu ve müreffeh bir toplumu kurma yönündeki düşüncelerinin ve samimi gayretlerinin ürünleri olarak değerlendirmek gerekir.
“Kur’an’da siyaset ve devlet, toplumların yönetim şekli, üretim araçları ve gelir paylaşım biçimleri konusunda özel ve ayrıntılı bir hüküm yer almaz; sadece genel dinî ve ahlâkî ilkeler hatırlatmakla yetinilir.”
Bu, İslâm’ın evrensel bir din oluşunun, az gelişmişinden ve kabile hayatı yaşayanından en örgütlü olanına kadar bütün toplumları kuşatan bir davete sahip olmasının da tabii bir gereği ve sonucu olduğunu anlamak gerekir.
Kur’an hükümlerinden hareketle Maverdi gibi siyaset konusunda eser yayımlayan alimler şu ilkeleri sıralıyorlar:
1-Danışma, (istişare, şura-meclis)
2-Haksızlık yapmama,
3-Emaneti ehline verme, (liyakat)
4-Adaleti gerçekleştirme, (hak-hukuk ve eşitlik)
5-Ahlâkı koruma, (dini ve milli değerler)
6-Kamu düzenini koruma, (asayiş, emniyet-güvenlik)
7-Mutlak olarak Allah’a ve Resulü’ne, adaletle hükmettikleri sürece de “sizden olan” diğer âmirlere itaati emreder. Bu genellemelerin yanında siyasal düşünce için hareket noktası yapılabilecek birtakım ilkesel hükümler de elbette vardır.
Zaman ve mekan değişikliğinin yeni şartlar ve yeni oluşumlar meydana getirilirken asıl olanın “adalet” olduğunu akıldan çıkarmayalım. Eğer öyle olmasaydı Maverdi ve diğerlerinde zikredilen “Kureyş’ten olma” ilkesinin değişmez olması gerekirdi. Kaldı ki dört Raşit halifenin seçilme şekillerinin de, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer İslam topluluklarında seçilme şekillerinin farklı olduğunu unutmamak gerekir. Ama etnik yapısı ne olursa olsun adaleti sağlayamayanlardan hiç de hayırla bahseden kimse yok.
Şekil şartlarını yerine getirenler için değil, “Adil Devlet Başkanları” için tevhid bayrağının gölgesi vaat ediliyor.
NEVZAT ÜLGER