MODERNLEŞME TEORİSİ ÜZERİNE
Modernleşme esas itibariyle; Batılı değerlerin ve kapitalist sistemin iki dünya savaşının ardından, Orta Doğu coğrafyasında sergilenen insafsız projeler ve ekonomik buhranlarla aşınmaya uğraması sonucu, bu değerlerin sosyal ve beşeri bilimler üzerinden nasıl tekrar hâkim kılınacağı ile ilgili düşünce ve teorilerden oluşmaktadır.
Kolonyal dönem 65 yıldır sona erdi. Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonrasında eski gücünü yitirdi. Avrupa’da modernite ile birlikte ortaya çıkan düşüncelerin ve vaatlerin geçerliliği kaybolmuş ve ABD tek kutuplu dünyada süper güç olarak ortaya çıkmıştır.
İddia; ülkelerin vaat edilen refah ve gelişmişliğe kavuşturulmasında modernitenin başrolü oynayacağı üzerinedir. Bu hedef doğrultusunda, sosyal ve ekonomik hayata dair ortaya atılan teori ve kavramlarda birçok güncellemeye gidilmiştir. Önceden tercih edilen “ilerleme” ve “kalkınma” söylemi, yerini ABD’li düşünürler tarafından üretilen “gelişme” kavramına bırakmıştır. “İlerleme”, 19. yüzyılın popüler bir kavramıyken “kalkınma” daha çok iktisadi düzlemle sınırlıdır. “Gelişme” ise hem iktisadi, hem kültürel hem de siyasi düzleme “yayılabilme” potansiyeline sahiptir.
Modernleşme kuramına göre toplumlar gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş toplumlar şeklinde sınıflandırılmaktadır nezaketen. Böylece Batı dışı toplumlara bir hedef sağlanmakta ve ABD’nin çerçevesini çizdiği neoliberal kapitalist sisteme entegre olunduğu takdirde Batı-dışı toplumların da gelişmiş toplumlar arasına girebileceği umudu enjekte edilmektedir. Batılı olmayan toplumların birçoğunda kalkınma, bir amaç halini almıştır umutla.
Fukuyama bir ideolog kimliği ile 1992 yılında “tarihin sonu” diyerek modernliğin zaferini ilan ediyordu. Halbuki, modern durum ve dünya coğrafyası üzerindeki, sosyal, ekonomik, dini, siyasal ve etnik problemler, özünde ne kadar “iyimserlik” barındırırsa barındırsın, içerikleri itibariyle insanlığı taşıdığı nokta, günümüz dünyasında iyimserlik meydana getiremiyor.
Özellikle din veya kaybedilen geleneksel evrensellikler karşısında, genel olarak dünyanın, özel olarak da modernleşen ülkelerin durumları göz önüne alındığında modernleşmeci tezlerin sömürü merkezli olduğunu işaret ediyor.
Kutsaldan, akılcılığa geçişi simgeleyen aydınlanma ve rasyonalizmin ardından dayatılan pozitivizm ideolojisi artık dünyanın büyük çoğunluğuna sevimli gelmiyor.
Modernlik, 17. ve 18. yüzyıllarda Batı Avrupa’da başlayan, ancak esas görünümlerine Kuzey Amerika’da rastlanılan ve o zamandan bu yana Batı dışı dünyaya dayatılan bir toplum biçimine karşılık gelmektedir.
Kişi başına düşen gelir artmış ama gelirin dağılımı hiç de adil değil günümüzde. İnsanların bir kısmı temel yaşam ihtiyaçlarının üzerinde bir tüketim olanağına kavuşmuşlardır deniyor ama bu tez dünyanın yarısına bir şey anlatmıyor.
İşgücünün yapısı değişmiş ve bu değişim kendisini yalnızca kentli nüfus oranının toplam nüfus içerisindeki artışında değil, aynı zamanda bürolarda ve bilgi gerektiren işlerde çalışan insan sayısının artışında da göstermiştir. Keşke Afrika, Asya ve Güney Amerika belgeselleri bu sözleri iptal etmeseydi.
Modernleşme kuramının günümüzde bir hayli itibar kaybettiği, bunların bir sonucu olarak dünya ekonomisi gittikçe rayından çıkan bir eğilim içine girdiği açıkça görülebilir bir noktaya gelmiştir.
En çarpıcı tespit; ‘’Kapitalizmin yayılması az gelişmişliğin doğmasına sebep olmuştur’’ cümlesini kullanmakta ne mahsur var. Dünyadaki adına devlet dediğimiz 200 civarındaki teşkilatlanmaların kaçı liberalizm normlarına uygun yönetiliyor. Dünya gelişmiş kabul edilen 10-15 ülkenin hepsinde de siyaset bir zenginleşme aracı değil midir? Hani insan merkezli olunacaktı. Yedi milyar insanın iki milyarı açlık sınırının altında yaşadığı bir dünyada “mutluluk”tan nasıl bahsedilebilir.
Kapitalizm için deniz bitti ama büyük kitleleri tatmin edecek bir iktisadi ve idari çözüm önerisi de henüz ortalıkta gözükmüyor.
NEVZAT ÜLGER