İDEOLOJİK OLMAK BARBARLIKTIR
Batı, olayları ve ilmi gelişmeleri hala “aydınlanma” döneminin kavram ve mantığı ile değerlendirmeye devam ediyor. Halbuki dünya ne kadar değişti? Bilgiye ulaşmada hem mekanın hem zamanın boyutları kısaldıkça kısaldı. Hatta “kartopu” benzetmesi bile yerini “kelebek etkisi”ne bıraktı. Yani olayın başlangıcını görebilmek mümkün ama nereye varacağı konusunda kesinlik yok oldu. Hele hele iki kutuplu dünyanın 1989 yılında ortadan kalkmasıyla birlikte çatışma alanları siyasi ve askeri alandan kültürel, dini ve sanat alanlarına kaydı diyebiliriz. Bugün rahatlıkla görülebiliyor ki uluslar arası ilişkiler daha az çatışmacı, buna karşılık farklılıkları kabul ederek birlikte yaşama diye tabir edilen “çok medeniyetli toplum” anlayışı oldukça revaçta. Tam da bu anlamda Batı dünyası, açık medeniyet anlayışı ile kapalı medeniyet anlayışını savunanların çatışmasını yaşamaktadır. Halbuki Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” isimli çalışmasında bahsettiği dünya medeniyetlerinden altı tanesi (Afrika, Hind, Ortodoks, Budist ve Endülüs) yakın geçmişe kadar İslam yönetimi altında çatışmadan yaşayabilmiştir. Bu uygulamalardan çok rahatlıkla çıkarılacak sonuç; “Huntington’un iddia ettiği gibi medeniyetler arasındaki kültür ve değer farklılıkları kaçınılmaz olarak çatışmaya dönüşmek zorunda değildir.” Diğer bir ifade ile Batı medeniyeti gibi kapalı medeniyetler çatışmayı kaçınılmaz bir son olarak görmektedirler. Halbuki yaşanmış bu tecrübeden hareketle “açık medeniyet” anlayışına dayalı bir dünya düzeni pekala mümkündür.
Esasen bazı kavramların yeniden tanımlanmasına ihtiyaç var. Mesela “millet” kavramı bunlardan biri. Milleti “etnisite” üzerinden okumanın son iki yüzyılda insanlığa hep kavga, terör ve yıkım getirdiğini rahatlıkla müşahede ediyoruz. Oysa millet kavramını tekrar “bir din etrafında birleşmiş toplum” olarak anlamaya başlarsak, bu anlayışın aynı zamanda “medeniyet” anlamına geldiğini de rahatlıkla anlarız. Bu anlamıyla medeniyete ciddi bir yaklaşımla; Batı medeniyetinin laikleşmeyle bir ilgisinin olmadığını, bilakis kendisini tanımlarken kutuplaştırıcı ve kavgacı bir üslupla “Hıristiyan-Yahudi” medeniyeti olarak tamamen dini bir jargon kullandığına şahit oluyoruz.
Doğu ve Batı düşüncesinin ortak vasıfları ele alınırken, Batı odak olarak alınmaktadır çoğunlukla. Aslında medeniyetler ve düşünce gurupları genellikle interaktiftirler. Doğu ve Batı bilim insanlarının farklılaştıkları yer; ilmi, bütün bir dünyada resmin bütünü olarak görülüp görülmemesi ile ilgilidir. Diğer bir ifade ile Batı, resmin yalnız bir parçası ile ilgilidir. Ayrıca Batı için zorunlu olarak yalnız sebep-sonuç ilişkisi (determinizm) esas alınırken, aynı konunun izahında Doğu hem sebep-sonuç ilişkisini dikkate almakta hem de olayı bir yaratıcı ile ilişkilendirmektedir. Bu konu “Big Bank” teorisi için de böyledir, “insanın yaratılışı” için de böyledir. Batı’nın bu yaklaşımı da genellikle aydınlanma felsefesi ile onun bir türevi olan pozitivizmin yaygınlık kazanmasından sonradır.
Oysa medeni olmanın izahında ekonomi ve teknoloji ile bir aidiyet belki bir yaklaşım tarzıdır ama esas olanın eldeki imkânların niçin ve nasıl kullanıldığı olmalı değil midir? Yani “medenilik ile maddi güç arasında doğrusal bir ilişki yoktur” diyebiliriz.
NEVZAT ÜLGER