SOSYAL ADALET - GELİRİN ADİL DAĞILIMI
Sosyal adalet kavramı, yalnız ekonomik bir olay olmayıp aynı zamanda sosyal imkânlara kolaylıkla erişimi de ifade eder. Sosyal adaletin ciddi olarak tesisi için de toplumun sosyal tabakaları arasındaki farkın makul ölçülerde olması gerekir. İşte bu tablonun ortaya çıkması için gelirin dağılımının adil bir şekilde yapılması gerekir.
Gelir dağılımının nasıl yapıldığını ve toplumdaki sosyal adalet dengesinin sağlanıp sağlanamadığını anlamak için toplumun iktisadi dünya görüşünün temel unsurlarını bilmek gerekir. İlkeler bilinirse olayı anlamak daha kolaylaşır. Söz gelimi batı modernizmini ve batının sosyal adaletini esas alan bir toplum yapısı ile adil bir düzen fikrini esas alan toplum anlayışının toplumsal yansımaları farklıdır.
Günümüzde sosyal tabakaların gelir dengesizliği karşısındaki yerleri arzu edilmeyen bir konumdaysa bu dağılımın arkasındaki zihniyeti iyi anlamaya çalışmak gerekir. Gelir dağılımındaki dengesizlik esasen küresel boyutlardadır. Çünkü bu sorun daha ziyade bir yapısal sorundur ve bu yapısal sorunu düzenleyen anlayış da modern bir anlayıştır.
Mevcut uygulamalarla zenginler daha zenginleşiyor, fakirler de daha fakirleşiyor. Yani makas dar gelirlilerin aleyhine olarak açılıyor. Hatta orta sınıf gittikçe yok oluyor. Geriye iki sosyal tabaka kalıyor; zenginler ve fakirler.
Gelir dağılımının adil bir şekilde yapılarak yoksulluğun en aza indirilmesi için yapılacak bir çalışma esasen yeni değildir. Hele hele konuyu “1929 Büyük Ekonomik Bunalım” sonrasına ait gibi göstererek, belli bir zaman dilimine hapsetmenin kendimizi sınırlandırmak anlamına geleceği unutulmamalıdır.
Sorunun çözümünü emreden adil bir sistem, yoksulluğun küfre, cehle ve suça götüren bir damarı olduğunu söylemekle yoksulluğa savaş açmıştır. Ancak konunun daha çok sanayileşme sonrasına ait olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Çünkü aşırı tüketimin teşvik edildiği toplumlarda yoksulluğun daha bir görünür olduğunu açıkça fark edebiliyoruz. Esas sorunun tüketim ekonomisi anlayışı ile bağlantılı olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Konular izah edilirken genelde sorunların çok eski, çözüm arama süreçlerinin ise modern devletlerle yaşıt olduğu vurgusu biraz açığa düşüyor, yani abestir.
Modern toplumlarda merkantilist bir anlayışla toplumdaki azınlık bir kitlenin devlet eliyle kapitalist yapılmak istenmesiyle, toplumun önemli bir kesimi de otomatik olarak kendi haline terk edilerek yoksulluğa mahkum edilmektedir.
Sosyal devletin temel amacının, “toplum bireylerini, insan onuruna yaraşır bir hayat düzeyine getirmek” olduğu bilinmektedir. Ancak bu söylem henüz bir oyalama sözcüğü olarak anlaşılmaktadır. Çözümsüzlük söz konusu olmayıp, konu biraz iradi, biraz da mahkumiyettir.
Yoksulluk dünyanın geniş bir alanına adeta demir atmış durumdadır. Dünya, açlıktan kıvrananlarla, çok yemekten ve normal şeylerden zevk almayan kitlelerin yan yana fakat husumet içerisinde yaşadığı bir zaman diliminden geçiyor.
Toplum fertlerinin, toplumda yaşayan her bireyin kanun önünde eşit olduğuna, toplumsal olaylar içerisinde etkin rol almada her ferdin istidat ve kabiliyetine göre muhakkak bir rol üstlenebileceğine inanması gerekir. Eğer rol dağıtımında, temsil edilme noktasında ahlaki ve evrensel hukuka uygun hareket edilmediğine inanılıyorsa toplumsal adaletten ve toplumsal uyumdan bahsetmenin çok da mümkün olmadığını kabul etmek gerekir. Ülke kazanımları dağıtılırken güç odaklı, para merkezli, bürokratik inisiyatifli, makam merkezli gibi tercihler yapılmamalı, insan odaklı ve hak merkezli dağıtım yapılarak toplumsal adalet temin edilmelidir. Yaşadığımız dünyada insanlar evrensel bir “adalet” istiyor.
Kendisi için istediğini, diğer insanlar için de istemek gerektiğine inanan insanların çoğunlukta olduğu bir toplum en arzu edilen toplum olmalıdır.
NEVZAT ÜLGER