ABD BÖLGEDE NE YAPMAK İSTİYOR
Irak, Libya, Suriye, Mısır ve şimdi de Filistin ve Golan Tepeleri,
1940 yılından 11 Eylül 2001’e kadar olan altmış yıllık süreçte ABD’nin İslam dünyasına yönelik politikası, büyük ölçüde bölgedeki statükonun korunmasının kendi çıkarlarına en iyi hizmet edeceği yönündeydi. Zaten Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Bahreyn, Kuveyt ve Fas gibi ülkeler de ABD ile iyi ilişkiler içinde idi.
11 Eylül saldırıları, ABD’nin Orta Doğu politikası için de yeni bir dönem başlattı. ABD yönetimi terörizmin kaynağı olarak gördüğü siyasi olguları ortadan kaldırmak için en iyi yolun bölge ülkelerine demokrasi getirmek (ne demekse) söylemi olduğuna inanmaktaydı. Irak, Suriye, Libya ve Mısır harekâtı ile birlikte “demokratikleştirme” iddiası Washington’un Orta Doğu’da sürdürdüğü hegemonya mücadelesinin başlıca ideolojik bahanesi haline geldi.
ABD’nin Orta Doğu ile ilgili demokrasi talepleri daha özgür bir yaşamı teşvik etmek için değil; mevcut siyasi kadroların el değiştirmesi yoluyla kendi kontrolündeki kişi ve gurupları seçtirmek, buradaki yönetimlerin gelecekte ideolojik faklılıklara değil, ırk ve mezhep temeline dayanacak olmasını sağlamak içindi.
1989’dan itibaren iki kutuplu sistemin sona ermesi ile birlikte, dünyada siyasal anlamda, Batı liberal demokrasilerinin rakipsiz kaldığı yeni bir siyasal düzen oluşmuştu. Bu yeni süreçte ABD’nin “santranç tahtası” olarak tanımladığı Avrasya’da/Ortadoğu’da, büyük santranç oyunu başlamıştı. Ancak, oyunun kurulabilmesi için büyük bir problem vardı: Santranç oyunu iki kişi ile, iki süper güç ya da iki kutup tarafından oynanması gerekirken, bu büyük oyunda ABD yalnız kalmıştı. Tahtanın başında tek başına hamle yapıyor, sonra da karşısında bir rakibi olsa bu hamleye nasıl karşılık verirdi diye komplo teorileri üreterek, bu defa rakip yerine düşünerek yeni hamleler planlıyordu. Tink tank.
BOP; kağıt üzerinde yapılan planlamaların, gerçek hayatta uygulanmasının da zor olduğunu ortaya koydu.
Batı, liberal demokrasi anlayışının tartışılmaz en iyi sistem olarak tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. Öyle ki bu ülkelerde iktidar olan gurupların söz sahibi olmalarının olmazsa olmaz şartı, Batı’ya koşulsuz biat etmek olduğu kabul görmüştür. Bu gurupların da hedefi iktidar olup, söz ve para sahibi olmaktır. Batı onların iktidarını, onlar da Batı’nın isteklerini sağlıyor olacaktır.
Batı asla “hayır diyen bir ülke” istememektedir. Orta Doğu’da mevcut otoriter ve totaliter devlet yapılarının devamı, Batı için; İslami yönetimlerden hem daha iyi hem de en iyi Batı kalkanıdırlar. Hakikatin böyle olup olmaması önemli değildi, önemli olan Batı’nın kendi hedefleriydi.
Her ne kadar ABD yöneticileri, resmi söylemlerinde demokrasi ve insan hakları gibi evrensel(!) kavramları gündeme getirseler de; Amerikan dış politikasının hedefi, petrol ve enerji kaynaklarını kontrol altına almak, İsrail’in güvenliğini sağlamak, dünya kamuoyunda yükselen Anti-Amerikancı söylemleri demokrasi söylemiyle bertaraf etmektir. Son olarak bir de “Golan Tepeleri”nin İsraile ait olduğunu dünyaya dikte etti. Etti ama dünyada yeni güç dengeleri buna itiraz ediyor. AB, BRICS, İslam Ülkeleri hep bir ağızdan ABD’ye itiraz ettiler.
ABD, bütün bunları yaparken “ılımlı”, “politik talebi olmayan” ve “Batı’nın bölge politikalarıyla barışık” özellikler taşıyan hükümetler ve devletler oluşturmak niyetinde ve gayretindedir.
Emperyalist odaklar diyor ki: İslam âleminde, bütün gücümüzle ılımlı Müslümanları çoğaltmamız lazım. Yani cihat şuuru olmayacak, Hak ve adaleti hâkim kılma gayesi ve sorumluluğu taşımayacak, bozuk ve batıl düzene karışmayacak, Yahudi’ye hizmetçilik yapacak; ama namaz kılacak, oruç tutacak, şartları uygunsa her yıl umreye koşacak.
Bölgedeki gelişmeler özelde Ortadoğu’da, genelde bütün İslam âleminde Amerikan düşmanlığını her geçen gün arttırmaktadır. ABD böyle bir gelişmeden ciddi bir rahatsızlık duymaktadır. Bu gelişimin büyük bir güç haline dönüşmeden kontrol edilmesini arzu etmektedir.
Dünyada oluşan yeni güç dengeleri ABD’ye bu fırsatı verir mi? Zor görünüyor.
NEVZAT ÜLGER