BİR HATIRA DOLAYISIYLA BİRAZ SOSYOLOJİ
1968 yılında felsefe derslerimize İbrahim Tali Albayrak hocamız girerdi. Kendisi babacan bir adamdı. Solcuydu ama yerli bir kafaydı. Gerçi altmışlı yıllarda solculuk, köşe edinmiş az bir gurubun himayesinde yürüyen bir “moda” akımdı. Hatta “devletlû” bir büyüğümüzün damadının tabiri ile “solcu olmak adam olmaktı.”
İşte o Felsefe hocamız bir gün sınıfta anlatıyordu; “ 20.yüzyıla girdiğimiz zaman diliminde, sosyolojik iki akım vardı genç Türkiye’nin önünde; Le Play ve Auguste Comte akımları.
Le Play; daha liberal, daha ademi merkeziyetçi ve daha özgürlükçü.
- Comte’u; daha merkeziyetçi ve gerekirse darbe yapılmasından yana.
Türkiye’de de Osmanlı’dan gelen bir anlayışla Comte’un takipçisi Emile Durkheime akımları revaçtaydı. Türkiye Auguste Comte’u tercih etti ve ülkeye darbeyi davet eden anlayışa davetiye çıkardı” diyordu. Hocamız da Talat Aydemir’in yapmak istediği ancak başaramadığı bir darbe girişimi sonucunda onlarca arkadaşı gibi Harbiye’den uzaklaştırılmış ve bu işleri iyi tahlil etme becerisine sahip biriydi. Baskıcılığın zararlarını anlatıyordu ama solcu olduğu için biz hocayı biraz da pazarlıklı dinliyorduk.
Le Play (1806-1882); hücredeki atom gibi aile de toplumun çekirdeğidir fikrini ileri sürüyor. Bir toplumda eğer ailenin bunalımlarına ve sorunlarına çözüm bulunamazsa toplumsal kargaşa olur diyordu. Ademi merkeziyetçiydi. Türkiye’deki en belirgin temsilcisi Prens Sabahattin’di. Eğer “üç paşalar” muvaffak olsaydı belki de bu gün Le Play ekolü revaçta olacaktı.
Auguste Comte (1798-1857); Newton’un fizik kanunlarından hareketle toplumu esas alıp, bireyi görmezden geliyordu. Zaten Comte gibi Newtoncu düşünürler olan John Locke, Karl Marks, Adam Smith, Darwin ve Freud gibi isimler de, bütün empozelere rağmen bu toplumda fazla kabul görmediler. Auguste Comte, Fransa’dan sonra en fazla Brezilya ve Türkiye’de kabul görüyordu. Tanzimat’la birlikte daha çok bürokraside ve askerler arasında kendine yer bularak belki de “bürokratik vesayet” fikrinin başlatıcısı oluyordu. Daha sonra Türkiye’de gizli cemiyetlerde ve Jöntürkler arasında kabul görerek, 1909 yılında bir ekonomist tetikçinin iştahlandırmasıyla İttihat ve Terakkiciler ihtilal yaparak iktidar oluyordu. Sonra da ülkeyi savaşa sokarak koca imparatorluğu parçalıyorlardı.
Comte’un Türkiye’de taraftarları çok olmakla birlikte bilinen en belirgin müridi Ziya Gökalp’tir. İslam dünyasında İslam’ı açıktan reddedemeyenler Comte’un pozitivizmini, inkâr için Truva Atı olarak kullanıyorlardı. Onlara göre pozitivizm bir “insanlık dini” olarak yeterli işleve sahipti. Bu dinin sahte peygamberi de Auguste Comte’du. Zaten Comte, meşhur üç hal kanununda da; toplumlarda birinci merhale teoloji dönemi, ikinci merhale metafizik dönemi, son merhale de dinin yerini bilimin almasıdır diyordu.
Comte’un belki de topluma aktarılmayan en belirgin görüşü ise; demokrasiye karşı oluşu ile modern toplumun ancak bilimle donanmış elitler eliyle ve baskıcı yöntemler kullanılarak geliştirilirken halkın yok sayılması gerektiği üzerine “elitist” oluşudur. Bu görüş daha talebelik döneminden itibaren öğrencilere en doğru görüş olarak anlatılınca tarihimiz adeta bir darbeler tarihi haline geliyordu. Tabi bu anlayışın yanına bürokratları, bilim adamlarını, medya ve finans aktörlerini de eklediniz mi darbe kolaylaşıyordu.
Comte, yönetici sınıftaki seçkinler üzerinde, bilimi dinin yerine ikame edince geriye halk kalıyordu. Onun için de Cumhuriyetin ilk bakanlarından Dr. Rıza Nur da aynı görüşleri, sadık bir mürit edasıyla zikrederek, avam için ibadetsiz bir dinin gerekli olduğuna kendisinin de isimlerini verdiği diğer yöneticilerin de aynı görüşleri paylaştığını hatıratında zikreder. Malum, bunlara “deist” deniyor. Bunlar bozuk saat tamircisi pozisyonunda bir yaratıcıyı kabul ederken, peygamber(ler)i kabul etmezler. Peygamberi kabul etmeyince de amel ve ibadet gibi bir kavram haliyle ortadan kalkmış olur.
İbrahim Tali Bey şimdi nerdedir bilmiyorum ama bu günkü yazıya medhal teşkil etti. Teşekkürler sayın hocam.
Hani aklıma geliyor yani; ülkemizde Comte’u ve pozitivizmi savunanlar hakikaten pozitivistler mi acaba?
NEVZAT ÜLGER