KALKINMA, ÜRETİM DEMEKTİR
Türkiye beşeri sermayesini ve sahip olduğu yeraltı ve yerüstü kaynaklarını verimli kullanabilirse, 2050 yılında dünyanın ilk on ülkesi arasına girer. Bu yükselme iddialarına maalesef yabancılar bizden daha fazla inanıyor. Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakları, gerek jeopolitik-jeostratejik olarak gerekse sahip olduğu ekonomik imkanlar nedeni ile önemli bir cazibe merkezidir.
Hangi işi yapıyor olursa olsun, insanlarımız yaptığı işi en iyi ve dünyanın her yerinde aynı özgüvenle yapabiliyorsa, 2050 yılını daha yakına çekmek mümkündür.
Önce birkaç rakam vereyim:
- Türkiye’de 3,5 milyon KOBİ faaliyet gösteriyor.
- Ülkedeki işletmelerin % 99’u KOBİ tanımı içerisine giriyor.
- Ülkedeki istihdamın % 73,5’ini KOBİ’ler sağlıyor.
- Yıllık cironun % 65’ini KOBİ’ler elde ediyor.
Bu olumlu göstergelere rağmen, KOBİ’ler finansmana rahatlıkla uzanamıyorlar. Nakit akışına, her yeni teknolojiye, nitelikli insan gücüne ulaşmada sorunlar yaşıyorlar. Teşvik ve desteklere erişimde de zorlukları var.
Elbette bunlardan ötürü hemen suçlamaya geçmek yerine imkanlar ve yapılması gerekenler iyi anlatılmalı, ilgili STK’lar, üyelerini bilgilendirmelerinin yanında, konu hakkındaki görüş ve düşüncelerini ilgili mercilere iletmelidirler. Teknolojik dönüşümler iyi anlatılıp konu ile ilgili yapılması gerekenler anlatılabilinirse sonuç alınabilir.
Öncelikle siyasetin dışlayıcı dili gündemin ilk sıralarından düşürülmeli, üretim ve üretime giden mekanizmalar öne alınmalıdır. Üretim olmadan kalkınma olmaz. Nitelikli insan yetiştirmeden kalkınma olgusu arzu edilen düzeye gelemez. Ülkemizdeki işsizliğe biraz dikkat edelim; işsizlerin büyük çoğunluğu ya okur-yazar değil, ya ilkokul mezunu. Sonra genel lise mezunları işsiz. Ama meslek okul mezunları ile yüksek okul mezunlarında da işsizlik var. Neden? Demek ki bu kurumların yeterli nitelik ve beceri kazandırma başarıları eksik.
Tarım toplumu olma özelliğimiz hala baskın bir öğe. Sanayide ciddi bir yatırım boşluğu var. Ekonominin üretken istihdam meydana getirme gücü sınırlı. Bunun nedeni ekonomide hatalı kaynak dağılımı olabilir mi acaba? Kaynaklar ekonominin verimliliğini önleyen kamu kesimince israf edilmemelidir. Rant ekonomisi önemle mercek altına alınmalıdır. Büyüme; yatırım, üretim ve ihracat üzerine kurulmalıdır. Sıcak paraya, borca ve çoğunlukla tüketime dayalı bir ekonomiden ziyade, üretime dayalı bir model daha gerçekçi olmaz mı? 1983-87 arasında bu model uygulanarak ülkede önemli bir sıçrama sağlanabilmişti. Ama hemen rant ekonomisine geçince ülkede daha çok “yeraltı ekonomisi” konuşulur olmuştu zannederim. Çünkü bu yıllardan sonra DPT gibi devasa bir kurum pasifleştirip devreden çıkarılınca, ne insan gücü planlaması, ne eğitim planlaması, ne bütçe performansı gibi konular artık devletin sistematik kurgusunda yer alamadı, tamamen siyasi mekanizmasının kontrolünde yol almaya başlamıştı.
Bir ülkede işsizlik artıyorsa; gelişme düzeyi, nüfus artışı düzeyinden düşük demektir. Çünkü her yıl artan nüfusa yetecek konut ve iş alanı meydana getirmek zorunluluğu var. Eğer bu olmazsa, gelir dağılımının bozulması sonucu belki rant ekonomisinin belki de “yeraltı ekonomisi”nin karşımıza çıkması beklenebilir. Özellikle son 30-40 yıldaki iç ve dış göçler ülkenin kimyasını bozmakta önemli bir etmendir. Göçler çoğunlukla niteliksiz insan gücü anlamına geldiğinden sonuçları da olumsuz oluyor çoğunlukla. Türkiye’de iç göçler nedeniyle farklı şehirlerde yaşayanların sayısı Avrupa’daki nüfus hareketlerinden daha yüksek. Göçlerin, olumlu yanlarının yanında, genellikle toplumsal otokontrolün kaybolması sonucu, kuraldışı davranışların arttığını söylüyor araştırmalar.
Kalkınmak ve büyümek için, aş ve iş için, bölgesel güç olup 2050’de dünyanın ilk on ülkesi arasına girebilmek için en büyük çare “üretim ekonomisi”dir.
NEVZAT ÜLGER