TÜRKÇÜLER, BATICILAR VE İSLAMCILAR
Cumhuriyet kurulduğunda ülkenin temel hedefi; “çağdaşlaşma, asrileşme, muasırlaşma, batılılaşma”. 1950’den sonra hedef biraz daha büyük, “çağ atlama, kalkınma” fenomenleri amaç haline getiriliyor.
Peki, bütün bu hedef göstermelere rağmen neden hedefe varamıyor bu ülke acaba? Yoksa yönetici elitinin topluma bakışında biraz şehlalık mı var? Emile Durkhaime 1900’de de, 1980’de 1990’da aynı şekilde mi anlaşılıyor? Siyaset Makyevelleşiyor mu?
Fikir özgürlüğünün ve girişimciliğin önünde, bir kısım kayırılmışların lehine, her dönemde değişen devlet içinde kümelenmiş bir gurubun yapay bir pozisyonu var. Bu engeller 1984-87 arasında önemli oranda aşılmış olsa da 1993-2002 arasında tekrar mı tesis edildi acaba? 2003 yılından sonra tekrar tesis edilen düşüncede ve girişimcilikteki liberallik son yıllarda tekrar kaldırılmak mı isteniyor? Bir merak saikiyle soruyorum; “iktidarı ayakta tutan gücün kompradorlar ve vesayetçiler olduğunu öne çıkaran kişi ve guruplar acaba iktidarı yönlendirmek mi istiyor”.
Aslında “yerinde sayan hiçbir toplum yoktur” anlayışı bir hakikattir. Durgunluk hem fıtrata hem de toplumsal kurallara aykırıdır.
Buradaki temel soru; eğer ülke değişiyorsa, hangi istikamette ve toplumun tamamı adına mı kalkındığı ile ilgilidir. Gelirin dağılımının adil olmadığı toplumlardaki kalkınma hamlelerinin gelir dağılımını daha da bozduğu ve adaletsizliğin de huzur ve mutluluk getirmediği artık bir sır değil. Gelir dağılımının adil olmadığı ülkelerdeki “muasır medeniyet seviyesi ve kalkınma” kavramlarının pek de fazla kıymeti harbiyesi yok.
Toplumları avcılık hikayeleri ile ilanihaye yaşatmak, ancak az gelişmişlik belirtileridir. Entelektüel dediğimiz insanların temel özelliği; olaylara ve yapılanlara eleştirel bakabilmesidir. Unutmayalım ki; “hakim ideoloji, hakim kişi ve gurupların ideolojisidir.”
1950 öncesi Cumhuriyet dönemi İslâmcı aydınlarının önemli bir özelliği, alternatif bir İslâmcı siyaset ideolojisi ve projesi ortaya koymaktan ziyade İslâm’ın iman, ibadet ve ahlâka dair hükümlerini öne çıkararak mevcut sistem içinde dinî kimliğin korunup geliştirilmesine, maddî kalkınmayla manevi kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesine katkıda bulunma çabalarıydı.
Dozu düşmekle birlikte, Mevdudi’nin, “İslam da Hükümet” üzerine yaptığı yoğun çalışmalar, Mısır’ı, Türkiye’yi, İran’ı ve diğer İslam ülkelerini etkiledi. 1960 sonrasında özellikle Türkiye’de Necmeddin Erbakan’ın öncülüğünde başlatılan Milli Görüş hareketi, önce 1974 yılında küçük ortak olarak hükümette yer aldı, sonra 1994 yılında yerel yönetimlerde kendini gösterdi, 1996 yılında da ülke genelinde iktidara taşındı.
Yine önemli bir soru; AK Parti’nin 2002 yılında devraldığı siyasi iktidarı, İslamcılık çizgisinden ayırmak için bu kadar çabalayan insanlara rağmen, her türlü secülarizm uygulamalarına karşılık AK Parti iktidarı tetkike değer bir konumda değil midir?
Osmanlı modernleşmesi (1803-1920), bünyesinde hem İslamcılığı, hem de Batıcılık, Türkçülük, Sosyalizm ve Pozitivizmi birlikte barındırmaktadır. Abdullah Cevdet, Celal Nuri İleri, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Saidi Nursi, Nurettin Topçu, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet aynı toplumun bireyleri değil mi?
Bir adım daha ilerleyerek, Cumhuriyetle birlikte bürokrasiyi ve diğer kadroları oluşturan insanlar, oranları azalma ve çoğalma göstermekle birlikte, çoğunlukla İttihatçılardan oluşmakta ve genelde Batıcı ve Türkçülerden meydana geliyordu.
Ancak 20.yy’ın başında İslamcılar zaten bir İslam devletinde yaşıyor olmalarından dolayı olsa gerek, yeni oluşan bir toplum ve yönetim anlayışına karşı fikren ve formel olarak bağımsız ve özgün bir sistem oluşturmakta yeterince siyasal bir aktör haline gelemediler. Belki bu durumun sonucunda da İttihat ve Terakki Partisi’nin önceki çalışmalarının etkisi ile Cumhuriyetle birlikte Batıcılar ve Türkçüler tarafından tasfiye edildiler. Çünkü yegane örgütlü güç olan “ordu”ya ve onun paralelindeki resmi ideolojiye uyumlu yaşamayı yeni fikir imal etmeye tercih eden “ulusçu” kadrolara karşı İslamcılar iktidarın önemli bir parçası olamamışlardır.
NEVZAT ÜLGER