HALİMİZ VE İSTİKBALİMİZ NELER YAPABİLİRİZ?
Yüksek sesle konuşmalar başladı. Siyasal despotizm İslam inancından geliyor diyenler arttı. Tabi dine düşman olduğu için bu cümleyi retorik haline getiren bir kitleyi saymazsak, Müslüman’ım diyen insanlar da Batı’nın ve Batıcıların etkisinde kalarak benzer şeyleri tekrarlıyorlar.
Sahi nedir siyasal despotizm? Sebep mi, sonuç mu? Konuyu kristalize edersek; “Siyasal despotizm, İslam tarihi boyunca bir sonuçtan çok sebep olabilir” dememizde ne mahsur var acaba?
“İslam dünyası Yunan düşüncesi ile etkileşime girerken Diyalektik düşünce yerine Metafizik düşünce öne alınmıştır. Eş’ari Kelamı, Gazali eliyle felsefeyi önemli ölçüde dışlayıp metafizik düşünceyi içine almıştır. Bunun sonucunda kainatta nedenlilik reddedilmiştir. Siyasal despotizmi besleyen siyasal kanal buradan nemalanmıştır.”
Büyük Hanefî imamı Ebû Hanîfe 1250 sene önce şöyle demişti: “Allah’tan gelenin başımızın üstünde yeri var. Resûlullah’tan geleni dinleriz ve itaat ederiz. Sahâbe’den gelen görüşlerden seçim yaparız ve onlardan şaşmayız. Tabiîn’den (ikinci nesilden) aktarılanlara gelince, onlar âlimse biz de âlimiz.” Ama İmam’ın bu özgürlükçü duruşu kendisinden sonra fazla sürmedi.
1200 yıl öncesinden beri “yeni”den korkuyoruz. O günden bugüne bize “yeni”den korkutan bir eğitim verildi; böylece bizde bir yenilik fobisi oluşturuldu. Gerçi bizde eskiden beri her asrın başında bir “müceddid”in (yenilikçinin) geleceği söylenir. Ama bunların yenilikçiliği, uzaklaşıldığı düşünülen eskiye dönüştür. Bireyi zihnen öldüren bu koyu muhafazakâr gelenekçilik bilim ve teknolojinin gelişmesine izin vermez ve vermedi.
İşin en yıkıcı tarafı şudur ki, hakikatte bütün getirdikleri ve başardıklarıyla bizatihi yenilik olan, yazılı kültürden bile mahrum kalmış bir halkı, bir asır gibi kısa bir zamanda bilim ve felsefe toplumuna taşıyan İslam dini, yeniliği reddeden bir kurum gibi anlatılıp öğretilerek en büyük haksızlık ona yapıldı.
Böylece Müslüman toplumların önünü tıkayan ve tıkamaya devam eden ‘Selef kutsayıcılığı’ ölçüsüz olarak devam ediyor.
*
Bizde bilim ve teknoloji neden gelişmedi? Çünkü bilim, şimdi bilinmeyen yeni şeylerin peşine düşmekle, Allah’ın yarattığı varlık ve oluşların yasalarını keşfetmekle gelişir. Bilim, “bilinmeyen”e dair bir merak, merak ettiğini arayıp bulma çabasıdır; teknoloji de yeniliktir.
1577’de Takiyyüddin’in Üçüncü Murat’ın izniyle bugünkü Taksim meydanına yakın bir yerde kurduğu ve devrinin dünyada en ileri ilmi merkezlerinden biri olan rasathanesi, üç yıl sonra “muhaliflerinin kıskançlıkları ve cahillikleri sebebiyle” tahrip edilmişti.
Yani esas sebep hep söylendiği gibi “dini yobazlık” değildi, siyasi çekişmelerdi.
“Siyasî çekişmelere dinî bir zemin hazırlamakta gecikmeyen Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin, “Rasathâneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler” şeklindeki fetvası yüzünden Osmanlı Devleti tarihindeki tek gözlemevi olan ve Türk bilim tarihinde büyük önem taşıyan İstanbul Rasathânesi, (22 Ocak 1580) tarihli bir hatt-ı hümâyunla içindeki aletlerle birlikte tahrip edildi.”
Kendi yapmamız gereken işleri Allah’a havale edip fiillerimizin sonucunu ona yüklememiz ve bu suretle olup bitende bizim payımızın olmadığını ileri sürmemiz doğru olmaz. Kader, tevekkül, dua, irade ve özgürlük anlayışının da bu zemine oturması gerekir. Sebep-sonuç ilişkisini ve Sünnetullah’ı kavrayamamış bir İslam dünyasında bilim de dinî düşünce de gelişemez. Maturidiliği tekrar ve sağlıklı bir şekilde gündeme taşımamız gerekir. Türkiye’de ve İslam dünyasında kendini Mâtürîdî zanneden, hakikatte ise Eş’ariyye, hatta Cebriyye ekolünün kalıplarıyla düşünen insanlarların sayısı oldukça yüksektir.
Felsefe-mantık grubu ilimler, matematik, hukuk, iktisat, tarih, ilim ve medeniyet tarihi, pedagoji, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi ilimler olmadan dinî ilimlerin yol alması ve maksadını ifade etmesi kolay değildir.
Sağlıklı bir din-dünya dengesi kuramadık. Allah dünyada geçerli belli bir düzen ve sebep-sonuç ilişkisi içinde yürüyen kurallar yaratmıştır. Buna “sünnetullah” denir.
Allah bizden dünyayı kendi kuralları içinde, sebep-sonuç ilişkisini keşfederek yaşamamızı, dünyayı yaşarken de dinin gösterdiği rotada kalmamızı, dinin koyduğu sınırları aşmamamızı, ahiret hayatının da dünyada yapıp ettiklerimize bağlı olduğunu bildirdi. Kur’an, “Allah, içinizden iman edip salih amel yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, rızasına vesile kıldığının dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, korkularını bundan böyle güvenliğe çevirecektir.” buyurarak dünya egemenliğinin inanma ve yararlı iş (salih amel) işleme temeline dayandığını bildirir. Bir başka ayette Allah’ın “Yeryüzü salih amel yapan kullarıma kalacaktır” buyurduğu bildirilir. Salih amel, Allah’ın yeryüzü kurallarıyla ve diniyle uyumlu, insanlığın ortak hayrına işler demektir.
İslamı, sadece ibadetler dini olarak algılayarak, İslam ahlakını gündeme getirmekten imtina etmektedirler. Hatta ahlaki konuları konuşmaktan yazmaktan rahatsız olmaktadırlar. Dolayısı ile ahlaksız bir dindarlık anlayışı geliştiği görülmektedir.
Hem alkol alıp, hem zina eden, kumar, haram-helal demeden para-mal iktisabı yapan, hiç utanmadan, vicdanı sızlamadan, yalan-dolan, iftira atan, hak hukuk tanımayan bir anlayış ile insanlara, hayvanlara zulüm işkence yapan;
Ancak ibadetlerini de ihmal etmeyen, arada bir hac ve umre yapıp günahlarından temizlendiğini farz ederek yaşanılan bir dindarlık; ahlaksız dindarlıktır.
“Akıllı şehir yaklaşımı şehirlerin yaşanabilirliğini ve sürdürülebilirliğini sağlayan, sosyal yaşamı geliştiren, insan hayatına değer katan ve maksimum enerji etkinliği sağlayan çözümler üretmektedir. Şehirlerimizde hizmet kalitesi ve verimliliğin artması ile bugünün sorunlarına çareler üretilirken, gelecekte muhtemel sorunlar oluşmadan gerekli önlemlerin alınması ve planlamanın bu doğrultuda yapılması sağlanmalıdır.”
*
Şehirlerin geleceğinin şekillendirilmesi için yapılacak öngörülerin insan odaklı, doğal hayata ve tarihi mirasa saygılı bir şekilde, teknolojiden azami ölçüde faydalanarak, toplumun refahını temin etmek mecburiyetinde olduğunu unutmamak gerekir.
“Yüksek katma değer ancak yetişmiş insan gücüyle olur. Türkiye’nin şu anda 25 yaş üstü nüfusunun almış olduğu eğitim ortalama 6,5 yıl… Böylesine ortalama bir eğitim yapısıyla Türkiye’nin üretebileceği katma değer, Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü sınırlıdır. Bunun ötesine geçmemiz ancak daha iyi eğitilmiş bir nüfusla olabilir.” (27 Temmuz 2012)
*
“Kredi hacmi aşırı büyüdü… Önce kazanalım, sonra harcayalım. Çünkü hakketmediği refahı yaşamaya çalışan ülkelerin başına er ya da geç kötü şeyler geliyor. Avrupa’da bunların örneği çok’’. (Yunanistan gibi.)
*
Cumhuriyet dönemi ilk iktisadi kararlar “Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi”nde alındı. Aslında bu kararlar 1913 tarihli sanayiyi teşvik yasasının eklemelerle yapılan yeni şekliydi.
1950 yılına kadar uygulanan “Devletçilik” uygulamaları, kapitalizmede geçit veren bir şekilde uygulandı. 1930 yılına kadar ki taahhüt işleri, özellikle demiryolu inşaatları müteahhitlerinde önemli bir sermaye birikimine yol açacak ve daha sonra inşaat piyasasının yanında sanayileşme gibi konulara da adım atılmıştı. Nuri Demirağ’ın demiryolu müteahhirliğinden para sahibi olduğunu biliyoruz. Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası 1936 doğumludur. Unutmayalım Türk demiryolcularının ilk mektebi Hicaz Demiryolu Hattı’dır.
Anadolu’da ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın hattı olup, 1856-1866 yılında bir İngiliz firmasınca yapılmıştır. Yabancı sermaye öncülüğünde gerçekleştirilen ulaşım ağı, ülkeninönceliklerine göre değil, mensubu olduğu dış gücün önceliklerine göre yapılmıştır. Yabancı şirketler, denetledikleri limanlara göre demiryollarını ayarlamışlardır. (İlhan Tekeli, Selim İlkin, Türkiye’de Ulaştırmanın Gelişimi, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi)
Demiryolu inşaatlarını Osmanlı bir denge politikası olarak kullanmıştır. Bu denge politikasından karlı çıkan devletse Almanya olmuştu. Almanya, Anadolu’nun buğday, tahıl, pamuk, taşkömürü petrol rezervi karşısında iştahını kabartıyordu.
Hicaz Demiryolu ise yerli elemanlarca 1900-1909 yılları arasında 1500 km olarak ve yabancı şirketlere göre yarı yarıya mal olmuştu. Bu hat Türk mühendislerine bir okul olmuştu.
Aynen bunun gibi, ilk motorlu uçağın 1903 yılında ABD’DE, 1910 yılında da İngiltere, Fransa ve Almanya bu işe giriştiğine göre Türkiye bu işe erken başlamış demektir.
1911 yılında TH Kuvvetleri kurulur. 15 Mart 1925 tarihinde Türk Tayyare Cemiyeti göreve başlar. Ancak bir el bu çalışmayı küçültür, sadece para işine bakar. Cemiyetin milli hassasiyetlere göre imalat işine girmesi gerekirken, sadece gelir kaynaklarını yönetmiştir. 1925-1935 yıllarının havacılık alanında kayıp yıllar olduğunu söylüyor Hürkuş. Vecihi Hürkuş, ilk Türk tipi uçağını Vecihi K-6 tayyaresini inşa etmiştir. Ama Hürkuş hayatı boyunca engellenmiştir. Hürkuş anılarında derki; bir kişi beni ziyarete gelerek isteğim olup olmadığını sordu. Ben de bir uçağın yapımına katkı istedim. Bir uçak ne kadar dedi ve hemen bir uçak bedeli olan 5 bin lirayı takdim etti. Nuri Demirağ bundan sonra uçak fabrikası fikrine girer ve 1936-1942 yılları arasında çalışan uçak fabrikasına da yine Vecihi Hürkuş’tan sonra ikinci milli uçak projesinin sahibi olup, uçak projesi devletçe uygun görülmeyen Selahaddin Alan’ı parasız olarak fabrikasına ortak etmiş ve NU. D.36 ve Nu. D.38 uçaklarının proje ve imalatını gerçekleştirmiştir.
Bu kadar malumatı, Türk sanayisinin 1940 yılından itibaren neden ve nasıl kesintiye uğradığını anlatmak için yazdım. Eğer bu engelleme olmasaydı, Türk uçakları Boing ve diğerleri ile aşık atıyor olacaktı. 1923-1950 arasında yerli uçak üretiminin başlıca alıcısı olan devlet, sanayileşmiş ülkelerin hibelerine evet demiştir. Marshall ve NATO yardımlarının yerli üretimin önündeki en büyük engel olduğu artık görülmelidir.
Yalnız Türkiye değil, gelişmekte olan ülkelere oynanan senaryonun herhangi bir versiyonudur bu.
*
Velilerin gıdası; latif hitaplar,
Sıddıkların ve Salihlerin gıdası; tefekkür,
Avamın gıdası; yeme-içme.
Akıl, Allah’ın kalbe attığı bir nur, ilim.
kalb-ruh-nefis-beden (nefis ruhun en alt tabakası. Yükseldikçe saflaşır.
-emmare (kötülüğü emreder Yusuf/52)-levvame (gafletten uyanan nefis Kıyame/2)-mülheme-mutmainne kalb nuruyla tamamen nurlanmış, ahlakı hamide (Fecr/27)-zekiyye-radiye-mardiye (Fecr/28, Zümer/22)
*
Dünya ekonomisi çıkmazda. Bunun sebebi açıktır. Faizli işçilik sistemi çıkmazdadır. Sebebi yeryüzünde tam istihdamın sağlanmış olması ama dengenin oluşmamış olmasıdır.
1-Tarım-sanayi dengesi bozulmuştur. Emek sanayiye kaymış, tarım çökmek üzeredir.
2-Üretim-inşaat dengesi bozulmuştur. Üretim durmuş işyerleri inşaata kaymıştır.
3-Hizmet-üretim dengesi bozulmuştur. Hizmet sektörü kanserli hücre gibi gelişmektedir.
4-Serbest piyasa-tekel dengesi kurulamamıştır. Serbest piyasa bozulmuş ama tekel piyasası oluşmamıştır.
Bunda en çok gelişmiş ülkeler sıkıntıya girmiştir. Türkiye gibi yarı gelişmiş ülkelerde bu sıkıntı daha sonra gelecektir. Türkiye bu krizi çok kolay atlatabilir. Serbest piyasa dengesi henüz tam bozulmuş değildir. Kısmen tekeller de oluşma durumdadır. Serbest piyasayı ve gerekli alanlarda dengeli tekelleri oluşturursa geleceğin en ileri ülkesi olma durumundadır. Eğer bunu başaramazsa Türkiye tarih olacaktır.
Asıl korkuncu ise Sermaye’den izin alamadıkları için kimse bu konularda düşünmüyor, yazmıyor, tartışma zaten genel olarak yasak. Kişilere saldıracaksınız ama fikirleri tartışamayacaksınız.
NEVZAT ÜLGER