SİYASET VE DÜNYA
Günümüzde İslam dünyasının her yerinde kan akmaktadır; Müslümanlar birbirlerini öldürmektedir. Bir tek sebebi vardır: İktidar hırsı.
Müslümanlar, bütün sorunların iktidarla çözüme kavuşturulabileceği gibi bir yanılgının içindedirler. Elbette siyaset bir çözüm yeridir; ancak siyasiler bilime, bilim adamının sesine kulak verdikleri, emaneti ehline teslim ettikleri müddetçe başarılı olabilirler.
İslam dünyasının her yerinde hukuksuzluğun, adaletsizliğin ve derin yolsuzluk olmasının iktidar hırsı ve açgözlülükle irtibatlı olmaması mümkün müdür? İslam dünyası, özellikle Batı’nın sömürgesi olan yerler, son iki asırdır tarihte görülmemiş bir ezilmişlik duygusuna savrulmuştur. Ezilenler içlerinde daima ezenleri büyütürler. Nesneleşme, ezilmişliğin zirvesi anlamına gelir. Yeniden insani bilinç kazanmadan güçle tanışan ezilmişler, önce onurlarını, sonra da insanı insan yapan bütün değerleri kaybedebilirler. Müslüman kültürün şiddet üretmesi, biraz da bu ezilmişlikle ve mağlup medeniyet travması ile ilgili olmalıdır.
Toynbee’nin şu tespitlerinin, insanlık tarihi boyunca yaratılan medeniyetler üzerinde kafa yormuş, insanlığın geleceği ile ilgili kaygıları olan bir tarihçinin uyarıları olarak özel bir önem taşıdığı kanaatindeyim: ”Dinin anahtar ilkesi insanın birinci görevinin kendine egemen olmasıdır. Hırsımızın ve gururumuzun efendisi olmalıyız. Bu iki temel insan zayıflığı belki de hiçbir zaman, insanın teknolojik gelişmesinin bir sonucu olarak doğal çevreyle ilişkisini tersine çevirdiği çağımızda olduğu kadar yaygın olmamıştır. İnsanın son zamanlarda doğaya karşı kazandığı zaferler fazla gururlanmasına ve aynı zamanda hırsını doyurma gücünün artmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, çağdaş insanın çok gururlandığı bilimsel ve teknolojik başarılar, insanın bazı eski sorunlarını ancak yenilerini yaratmak pahasına çözebilmiştir. Gelişmiş diye anılan ülkelerde maddi zenginliğin bedeli doğal çevrenin kirlenmesi ve yeni kazanılan zenginliğin paylaşılmasında, onu yaratanlar arasında doğan toplumsal çatışma olmuştur.”
“Endüstri devriminin şimdiki bölümü bize bilimsel ve teknolojik gelişmesine karşın çağdaş insanın da ilkel insan gibi, içinde bulunduğu duruma egemen olmadığını göstermektedir. Duruma egemen olmayı başaramamıştır, çünkü kendine egemen değildir. Kendine egemen olmak, pişman olmayı önlemenin tek yoludur. Bu gerçek geleneksel dinler tarafından açıklanmıştır. Gelecekteki herhangi bir ciddi din tarafından da aynı şekilde açıklanacağına inanıyorum. Kendine egemen olmak kanımca dinin özüdür ve geleneksel dinsel ilkeyi savunan ve yayan bir dinin insanoğlunun saygısını kazanacağını düşünüyorum, çünkü bu ilkenin, insan olmak sorumluluğuna tek etkili yanıt olduğuna inanıyorum.” (Toynbee)
Müslümanların ekonomik, sosyo-kültürel, politik vb. pek çok sorunları var. Bu tür sorunların hepsi çözülebilir niteliktedir. Üretim artırılabilir. Toplumun sosyo-kültürel düzeyi yükseltilebilir. En zor olan, din dilini kullandığı için toplumu ayrıştıran siyasi sorunların bile üstesinden gelmek mümkündür. Bütün sorunları çözecek, refah düzeyini yükseltecek, adaleti sağlayacak olan “insan”dan başkası değildir.
Değişim bireyden başlayacaktır. Bir başka ifadeyle, bir toplumda yaygın “insan” algısı sağlıklı değilse, o toplumda sağlıklı değişimden söz etmek pek mümkün olmaz.
“İnsan” buharlaşmıştır. Bu bakımdan eğer yeni İslam medeniyetinden söz edilecekse, işe “insan”dan başlamak gerekmektedir. İnsani bilinç yeniden inşa edilmeden, insanla ilgili hiçbir şey insana mutluluk getirmez. İçinden geçtiğimiz süreçler, sadece İslam dünyasında değil, ihtiyar dünyamızın her yerinde “insan”ı nesneleştirmeye başlamıştır. İnsanın kendi yarattığı kültür, teknoloji; kendi oluşturduğu kurumlar, içinde yaşadığı toplum insanı esir almıştır. İnsan, tam anlamıyla bir “dijital kuşatma” altındadır. İnsanoğlu, insanı insan yapan yüksek insani değerleri yavaş yavaş unutmaya başlamıştır. En mühimi de, insanın kendi varlığının farkında olması gittikçe daha zor hale gelmektedir. Oysa insanla ilgili bütün süreçler, insanın kendi varlığının farkında olmasıyla ilgilidir. Bu varoluşsal farkındalık da ancak özgürlük bilinci ile birlikte mümkün olabilmektedir. Her insanın, Tanrı’nın özenle, en güzel şekilde, biricik, özgün bir varlık olarak yarattığı; akıl ve hür irade gibi üstün nimetlerle donattığı; bizatihi değer olduğu bilinmeden özgürlük bilincinin gelişeceğinden söz etmek biraz zordur. Özgürlük bilinci, doğrudan insanın sorumluluğu ile de ilgilidir. İnsanın yapıp ettiklerinden sorumlu tutulabilmesi için, özgür olması, farklı alternatifler karşısında tercih hakkının bulunması gerekmektedir. Üstelik özgürlük ve sorumluluk bilinci insanın kendi varlığının farkında oluşu ile birlikte fark edilir; bireysel çabalarla gelişebilir ve toplumun gelişmişlik düzeyine bağlı olarak kurumsal yapıların oluşmasında belirleyici olabilir. Yaratılışı itibariyle özgür olduğunun farkında olmayan, bu bilinci geliştirmek istemeyen kimseye hiç kimse yardımcı olamaz.
NEVZAT ÜLGER