HALİMİZ VE İSTİKBALİMİZ NELER YAPABİLİRİZ?
Süleyman Karagülle:
İslamiyet’te din devleti yoktur. Yani Müslümanlar ayrı devlet Hristiyanlar ayrı devlet kurmayacaklardır. Devlet ulusa dayanır. Ulus da ırka değil kültüre, irfana dayanır. Osmanlının kitaplarında “İmamlar Kureyş’tendir.” hadisi kelam kitaplarında okutulduğu halde Kureyş’ten olmayan Osmanlı hanedanı asırlar boyu hilafeti omuzlarında taşımıştır. Yani bizzat Osmanlılar bile hilafetin kendilerinde olmasını meşru saymamışlardır.
- yüzyılda insanlık içtihat ve icmalara dayanarak kendi kendilerini yönetme seviyesine ulaşmışlardır. Artık bugün her ülkede meclis vardır, seçilmiş kimseler devletleri yönetmektedirler. Fiilen saltanat ortadan kalkmıştır. Siyasi ve iktisadi inkılaplar tamamlanamadığı için henüz göstermelik de olsa krallar başkandırlar.
Türkiye’de saltanattan Cumhuriyete geçiş meşru yollardan olmuştur. Öncelikle saltanat ortadan kaldırılmamış, saltanat kendisi düşmanlara teslim olmuştu. İstiklal Savaşı’mız sultanlara karşı yapılmamıştı, tam tersine saltanatın da kurtarılması savaşın maddeleri içindeydi. Savaş kazanılınca saltanat fiilen sona ermişti. Göstermelik bir sultanın yararı yoktu. Mustafa Kemal hanedanı yurtdışına çıkardı. Onlardan kimseyi öldürmedi, hapse bile koymadı. Dolayısıyla saltanat kansız sona erdi. Sonra gelen yönetimler sürgüne gönderilen hanedan mensuplarının Türkiye’ye gelmesine izin verdiler.
Türk halkının Mustafa Kemal’e karşı direnmeleri saltanatı ortadan kardırdığı için değil, İslamiyet’e karşı inkılaplar yaptığı için olmuştur. Biz 1960’tan beri Milli Görüş’te şu ilkeyi benimsedik; Mustafa Kemal’in yaptığı inkılaplar yerindedir ve Türkiye’yi çok ileri götürecek, muasır medeniyetin fevkine çıkaracak bir durumdur. Türkiye %50’den az İslam halkına sahip olduğu halde Mustafa Kemal’in siyaseti sayesinde bugün Müslümanlar yüzdesi %95’in üstündedir. Alparslan’ın Malazgirt’te, Fatih’in İstanbul’da kazandığı zaferleri Mustafa Kemal’in inkılapları tamamlamıştır.
Mustafa Kemal’in özel hayatı ise bizi ilgilendirmez. Kur’an “O bize aittir.” diyor. Biz Mustafa Kemal’in iyi bir Müslüman olduğunu, cennete gidip gitmeyeceğini iddia etmiyoruz. Onun hesabı Allah’a aittir. O karar verir. Biz Mustafa Kemal’in yaptığı inkılapları değerlendiririz. Mustafa Kemal’in yaptığı inkılapların tamamı Türkiye’nin lehine olmuştur. Mustafa Kemal’den sonra gelen askerler de onun yolunu izlemişlerdir. Hitler, Lenin, Musolini gibi diktatörler kanlı bir şekilde iktidardan uzaklaştırıldığı halde Mustafa Kemal Türk Ordusu ve Türk Milleti nezdinde saygınlığını korumaktadır.
Cumhuriyetimiz Allah’ın bize hatta tüm insanlığa en büyük ihsanıdır. Hamdedip ona sahip çıkıyoruz. Adil Düzen’e göre İnsanlık Anayasası çalışmalarımız Cumhuriyeti muasır medeniyetin fevkine çıkarmak içindir. Erbakan “Mustafa Kemal sağ olsaydı Milli Görüşçü olurdu.” demişti. Kimse ne Akevler’in ne de Milli Görüş’ün Cumhuriyet aleyhinde geçmişi olduğunu iddia edebilir. Biz Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi ile başarılı bir koalisyon yapmış bulunuyoruz.
Allah Cumhuriyetimizi ve Adil Düzen çalışmalarımızı hayırla değerlendirsin.
Süleyman Karagülle:
Türkiye’deki siyaset dışa dayalı olarak yapılır.
-Sermaye bir taraftan ideolojik çatışmalar ile diğer tarafta da dış dostlarla dengeyi korur.
Erdoğan milletvekili yapıldı. CHP’nin desteği ile başbakan oldu. AK Parti Kapatılacaktı. Kapatılamadı.
-Çünkü AK partiyi iktidar eden askerlerdir. Onlar artık milli iradeye itaati esas almışlardı. Askerler kararlarını sonuna kadar uygularlar.
Has Parti ile birleşme, Erdoğan’ı içten etkisiz hale getirme politikasıdır.
– AK kurmaylarını Erdoğan’a karşı organize etmek için bu yapılmaktadır. Hedef AK Partiyi parçalamaktır.
Baykal Erdoğan’ın destekçisi idi, bunun için tasfiye edildi. Erdoğan ABD ve Moskova yanlısı siyaset gütmektedir.
– Sermaye siyasi gücünü kaybetti, yeniden elde etmek için üçüncü cihan savaşı çıkmalıdır. Bu da istikrarsız devletlerle mümkündür. Erdoğan giderse istikrar bozulur. Bütün oyun bunun üzerinedir.
ABD ve Rusya ile zımnen anlaşarak gazı Ruslar, petrolü ABD kontrolüne alıyor. Çin ve AB’yi böylece etkisiz hale getiriyorlar.
– Sermaye 1900’lardan sonra dengeyi Anglosakson ve Rusya üzerine kurmuştur. AB ve Çin beklenmedik hamleler yaptı. Rusya ve ABD’de sermaye etkisini kaybetti. Etkin güçler artık savaş değil barış istiyorlar.
İran Rusya ile Arap ülkeleri ABD ile olacak Türkiye de bunlar arasında denge ülkesi olacaktır, dedim.
– AB silah gücü ile değil bilgi gücü ile güçlenmeye çalışıyor. Papanın desteği ile III bin yıla hizmet ediyor. Çin kendi varlığını insanlığa kabul ettirmekle meşguldür. Siyasi emperyalist hedefi yoktur. Ekonomide yarış daima faydalıdır.
Esad Avrupa ülkesine göç edecektir. Yeni iktidar Araplar ve Türkiye’ye yakın olacaktır.
-Sermaye insanlığı ateist yaptı. dikta yönetimler getirdi, kanlı çatışmalarla dünyayı fesada verdi. Gümrük ve vizelerle insanları sömürdü. Ömrünü doldurmuştur, dünya hakimiyetinden çekilecektir. III bin yıl uygarlığını büyük dinlerin barışçı önderliğinde Adil Düzen olarak kuracaktır. Bu takdiri ilahidir.
Türkiye Suriye’ye saldırmayacaktır. Uşağımız tahrik amacıyla düşürülmüştür. İşe yaramamıştır.
– Erdoğan’ın çocukça beyanları ile Türkiye’yi doldursa gelecek zannedilmiş ama gelmemiştir.
Akif Beki:
Cum. Senfoni Ork.
Anadolu Ajansı, şu başlıkla geçti:
“194 senelik Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının yeni binasına tarihi açılış”.
“Orkestranın tarihinde bir dönüm noktası oalacak” demiş yetkililer.
Osmanlı sarayında başlayan Batılılaşma hikayemiz için de bir dönüm noktası.
Orkestra 194 senelik. Çünkü 194 sene önce kapatılan Mehterhane’nin yerine kuruldu. Muzıkayi Hümayun adıyla. Batı’ya özenen sarayın askeri bandosu olarak.
Adam etmesi için de başına, İtalya’dan ünlü besteci Donizetti Paşa getirtilmişti.
Bugün taçlandırılan 194 yıllık hikayemizi Sultan 2. Mahmud yazmaya başladı, Sultan Abdülhamid’le de zirvelerine çıktı.
Malum Abdülhamid Han, alaturka sevmezdi. Alafranga hayranıydı. Dombra, çöğür ve kopuz gibi sazlarımızdan, davulla zurnadan, Doğu’nun kanunundan hoşlanmazdı. Keman, piyano, borazan, trampet gibi Batı çalgılarına ve çoksesli müziğine bayılırdı. Yıldız Sarayı’nda müzikaller, operetler sahneletirdi.
Önümüzdeki yıl Davos’un gündemini de oluşturacak olan “Büyük Sıfırlama” (Great Reset) projesi, eski dünya düzenini sıfırlayıp yeni bir dünya düzeni kurmak anlamına da geliyor. Büyük bir reset atmayı içeren durum nedir, nasıl yapılır, hangi konularda olacak, bunları şu an için bilmiyoruz. Daha görüşmeler yapılmadı, bunların içerikleri yayınlanmadı fakat görünen o ki çok büyük değişiklikler planlanıyor ve bunlar bütün dünyayı kapsayacak şekilde olacak. Dünya Ekonomik Formu Başkanı Klaus Schwap’ın COVID-19, Great Reset adlı kitabı ve ABD seçim arifesinde The Times dergisinin “Great Reset” kapağıyla yayımlanması oldukça manidardı. Küreselcilerin en önemli destekçilerinden Bill Gates ve Rockefeller’in 2010 yılındaki konuşmaları, COVID-19 ve Büyük Sıfırlama arasında bağlantıları göstermektedir. Doğrusu bugüne dek olmasına hiç ihtimal vermeyeceğimiz birçok olay yaşadık. Şu an için de yukarıda ifade edilenler bize ham hayal görünebilir. Ama bu konular artık kapımızı çalmış durumda. Bununla beraber aşkın değerlere dayanmayan bu tür girişimler bir düzenin değil, yeni bir düzensizliğin ifadesi olabilirler. Bunlar, haksızlık üzerine kurulu mevcut düzeni sürdürebilmek için insanlığı oyalama taktikleridir.
*
“İktidarı eleştirmem şu konularda başladı: Sert siyaset, kutuplaştırıcı üslup, basına baskılar, Merkez Bankası bağımsızlığına ve Anayasa Mahkemesi’nin özgürlükçü kararlarına iktidarın ölçüsüz tepkileri, Sayıştay’ın yetkilerini kısıtlama girişimleri, Kamu İhale Yasası’ndaki bitmez tükenmek değişiklikler…
Büyük bir kültürel sorunumuzdur: Konu-odaklı ya da sorun-odaklı düşünememek…
Kişi-odaklı düşünmek, yani kişiye bağımlı ya da kişiye düşmanca…
Karizmalara fazlaca bağlanmak, kişi (lider, şeyh, üstat) odaklı düşünmek bizde çok yaygındır. Hele bir de siyaseti dinle harmanlayınca ortaya daha büyük bir sorun çıkıyor: İtaatin dinî görev gibi algılanması…
Nihat Ergün “Adım Adım Siyaset” adlı kitabında yazar: Merhum Erbakan’a karşı “Yenilikçiler” hareketi başlamıştır… Ortada birtakım insanlar “İslamda idare ömür boyudur” deyip geziyorlar! (Otto Yayınları)
Başa geçen ömür boyu orada kalır ve itaat edilir yani!
Delil mi? İşte, halifeler, padişahlar!
Çin’de, Bizans’ta, ateşe tapan İran’da, Firavunların Mısır’ında da krallar ömür boyu hükmederlerdi.
Tarihî formları “din” zannetmek nasıl bir itaat, nasıl bir otoriter kültür ve zihnî betonlaşma yaratıyor, görüyor musunuz?
Böyle bir yapıda yanlış işleri görmek, göstermek ve eleştirerek düzeltmek mümkün olur mu?
Din açısından siyasete bakacaksak bu dinin adalet, dürüstlük, hakkaniyet, kul hakkı, , Hz. Ömer’in devlet idaresinde gördüğümüz şeffaflık ve hesap verirlik gibi ahlak ilkeleri açısından olmalıdır.” Taha Akyol / Karar 08.12.2020
NEVZAT ÜLGER
ÖNSÖZ YERİNE ŞİİRİMİZİN TARİHİ
ÖNSÖZ YERİNE ŞİİRİMİZİN TARİHİ
Geçmişlerinde barbarlıktan başka çok az şey bulunan birçok millet, kendilerine sanal bir geçmiş ve şanlı birer kültürel kalıp oluşturmaya çalışmaktadır. Türklerin sanal bir geçmişe ihtiyaçları yoktur. İnsanlık tarihi içinde dünyanın genel gidişatına etki eden, yeryüzünde tam bir medeniyet inşa eden milletlerin içinde Türklerin önemli bir yeri vardır. Buna karşı yıllarca kendi kültürümüzü küçük görmek gibi bir süreci de yaşadık maalesef. Bu kompleksli davranışları devam ettiren azınlık bir güruhun olduğunu da hala müşahede etmekteyiz. Bu kompleksli yapı bize Tanzimatla birlikte yapışmış ve bir asırdan fazla sürmüştü. Olmadık yerlere gösterdiğimiz hoşgörünün çok azını kendi kültürümüze gösterebilmiştik. Unutmayalım ki, atalarımızın şiirleri dünyanın en mükemmel şiirlerindendir. Fuzuli (Leyla ile Mecnun), Şeyh Galip (Hüsn ü Aşk) ve benzerlerini dünya yeterince tanımıyorsa her halde kabahat biraz da onlarda değildir.
Türkler 8.yüzyıldan itibaren İslamiyet’e girmeleri sonucunda, mimaride, musikide, idarede (siyasette) ve edebiyatta önemli eserler vermeye başlamışlardır. Elbette İslam öncesinde de önemli eserler vermişlerdir: Yaratılış Destanı, Alp Er Tunga Destanı, Oğuz Kaan Destanı, Ergenekon Destanı bunlardandır. Keza Kaşgarlı Mahmut tarafından 1072-1077 yıllarında yazılan Divanü Lügati’t Türk, 1070 yılında Yusuf Has Hacib tarafından kaleme alınan Kutatgu Bilig, 12.asırdaki Atabetü’l Hakayık, yine aynı asırda Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet isimli eseri ve daha başkaları birer mesnevi tarzı yazmalar değil midir?
13.yüzyıldan 19.yüzyılın sonuna kadar hep zirvede kalan Divan şiirinin iki temel özelliğini kimse yadsıyamaz; Estetik Yapı ve Osmanlı Türkçesi. Elbette çok arı bir Türkçe ile yazan şairlerimiz de var.
Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Mesnevi, Şeyyad Hamza ve Yusuf u Züleyha, Haliloğlu Ali ve Kıssa-i Yusuf, Yunus Emre ve Divan’ı ile Risaletü’n Nushiyye isimli eserleri 13.yüzyıla damga vurmakla kalmamış, etkileri günümüzde de devam etmektedir.
14.yüzyılda Kırşehirli Gülşehri, Garibname isimli eserin sahibi Aşık Paşa, Divan sahipleri Nesimi, Kaygusuz Abdal, Kadı Burhaneddin gibi isimler yüzyıla damga vurmuşlardır.
15.yüzyıl Türkler açısından dilin daha bir şiirleştiği ve zenginleştiği asırdır. Divanı olan Ahmet Paşa, kasideleri ile ün salmıştır. Bu yüzyılın en büyük şairi Necati, klasik Divan şiirini tam anlamı ile yerlileştiren şairimizdir. Cem Sultan, Zeynep Hatun, Eşrefoğlu Rumi, Süleyman Çelebi, Sinan Paşa bu asrın öne çıkan şairleridir.
16.yüzyılda otuz kadar şair sayılacaksa bunlara ll.Bayezid tarafından maaş (salyane) bağlandığını kayda geçirmemiz gerekir. Yani şairler devlet tarafından isdihdam edilmişlerdir. Bu yüzyılın padişahları ve devlet adamları da birer şair zaten. Fatih (Avni), ll.Bayezid (Adli), Yavuz (Selimi), Kanuni (Muhibbi), ll.Selim (Selimi), lll.Murad (Muradi) gibi.
Bu yüzyılda Fuzuli, Baki, Hayali, Balıkesirli Zati, Nev’i gibi Divan şiirinin en büyük şairleri yetişmiş, şiir musikileşmiştir. Mesela Fuzuli’deki lirizmin derinliğine bu güne kadar kaç şair ulaşabilmiştir. Önemli bir gelişme olarak; bu yüzyılın en büyük özelliklerinden biri de tezkirelerdir, yani şairlerin hayatlarını anlatan eserlerdir diyebiliriz.
17.yüzyılda Osmanlı’nın hakimiyet coğrafyasının 20 milyon kilometrekare olduğunu görüyoruz. Ancak Osmanlı’nın inişe geçtiği zaman dilimi de bu asırda başlar. Bu asrın şiirdeki zirve ismi Nabi ve ekolüdür. Elbette bu asırda bir dğer zirve isim de Nef’i’dir.
18.yüzyıl Osmanlı’nın kâbus asrıdır. Bu yüzyılın en kayda değer şairlerinden biri Nedim’dir. Nedim’in şiirlerinin konusu, genellikle aşk, sevgi ve şaraptır. Bu yüzyılın en büyük şairi ise Şeyh Gaip’tir.
19.yüzyıl Osmanlı’nın çöküş asrıdır. Kırım Savaşı nedeniyle 1854 yılında ilk dış borç alınmış ve 1881 yılında Düyun-u Umumiye idaresi kurularak Batı tarafından Osmanlı idaresine ortak olunmuştur. Yenişehirli Avni gibi şairler yetişmiş ama belli bir çizgiyi aşamamışlardır.
Sayılan dönemlerde, en uzun süre etkili olan Divan şiirinde üç temel motif var: Sevgili, aşık ve rakip.Tabi bu motiflerin en önemlisi sevgilidir.Zaten diğer ikisinin varlık sebebi de sevgilidir. Günümüz şiirlerinde de en temel motif yine sevgili ve aşıktır ama rakip çok enderdir. 20.yüzyılın birçok şairinde bu özelliği rahatlıkla görebiliyoruz.
20.yüzyıl birçoğumuzun yakından şahit olduğu bir asır. Kimler yok ki bu asrın şiir dünyasında.
Yüzyılın ilk yarısında hayatlarını kaybedenler listesine baktığımız zaman; Namık Kemal, Mehmet Akif Ersoy, Abdulhak Hamit Tarhan, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Neyzen Tevfik, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri isimleri ilk akla gelenlerinden.
Şiirimizin cumhuriyet dönemine damga vuran isimlere baktığımızda; Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel, Şukufe Nihal, Kemalettin Kamu, Behçet Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Orhan Şaik Gökyay, Necip Fazıl Kısakürek, Ömer Bedreddin Uşaklı, Arif Nihat Asya, Asaf Halet Çelebi, Ahmet Muhip Dranas, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli Kanık, Ümit Yaşar Oğuzcan, Reşat Cemal Erk, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Rıfat Ilgaz, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Celal Sılay ilk akla gelenler oluyor.
Bir de günümüzde çokça andığımız isimler var. Bunlardan bazıları; İsmet Özel, Erdem Bayezıt, Mehmet Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Cemal Süreyya, Abdurrahim Karakoç, Cemal Safi, Ahmet Arif ilk akla gelenler oluyor.
Şairimiz Mahir Gürbüz’de de bu lirizm özelliğini görmekteyiz. Elazığlı şairler sıralamasının üst sıralarına rahatlıkla yerleşebilecek kıratta olan Mahir Gürbüz’ü, lirik şiirlerinin bol olduğu ve 2.baskısı yapılan “Gönül Penceresi” isimli kitabından ötürü tebrik ederken şairimizden yeni kitaplara muntazır olduğumuzu da belirteyim.
Saygılarımla.
NEVZAT ÜLGER / 17.09.2020
HALİMİZ VE İSTİKBALİMİZ NELER YAPABİLİRİZ?
HALİMİZ VE İSTİKBALİMİZ NELER YAPABİLİRİZ?
Yüksek sesle konuşmalar başladı. Siyasal despotizm İslam inancından geliyor diyenler arttı. Tabi dine düşman olduğu için bu cümleyi retorik haline getiren bir kitleyi saymazsak, Müslüman’ım diyen insanlar da Batı’nın ve Batıcıların etkisinde kalarak benzer şeyleri tekrarlıyorlar.
Sahi nedir siyasal despotizm? Sebep mi, sonuç mu? Konuyu kristalize edersek; “Siyasal despotizm, İslam tarihi boyunca bir sonuçtan çok sebep olabilir” dememizde ne mahsur var acaba?
“İslam dünyası Yunan düşüncesi ile etkileşime girerken Diyalektik düşünce yerine Metafizik düşünce öne alınmıştır. Eş’ari Kelamı, Gazali eliyle felsefeyi önemli ölçüde dışlayıp metafizik düşünceyi içine almıştır. Bunun sonucunda kainatta nedenlilik reddedilmiştir. Siyasal despotizmi besleyen siyasal kanal buradan nemalanmıştır.”
Büyük Hanefî imamı Ebû Hanîfe 1250 sene önce şöyle demişti: “Allah’tan gelenin başımızın üstünde yeri var. Resûlullah’tan geleni dinleriz ve itaat ederiz. Sahâbe’den gelen görüşlerden seçim yaparız ve onlardan şaşmayız. Tabiîn’den (ikinci nesilden) aktarılanlara gelince, onlar âlimse biz de âlimiz.” Ama İmam’ın bu özgürlükçü duruşu kendisinden sonra fazla sürmedi.
1200 yıl öncesinden beri “yeni”den korkuyoruz. O günden bugüne bize “yeni”den korkutan bir eğitim verildi; böylece bizde bir yenilik fobisi oluşturuldu. Gerçi bizde eskiden beri her asrın başında bir “müceddid”in (yenilikçinin) geleceği söylenir. Ama bunların yenilikçiliği, uzaklaşıldığı düşünülen eskiye dönüştür. Bireyi zihnen öldüren bu koyu muhafazakâr gelenekçilik bilim ve teknolojinin gelişmesine izin vermez ve vermedi.
İşin en yıkıcı tarafı şudur ki, hakikatte bütün getirdikleri ve başardıklarıyla bizatihi yenilik olan, yazılı kültürden bile mahrum kalmış bir halkı, bir asır gibi kısa bir zamanda bilim ve felsefe toplumuna taşıyan İslam dini, yeniliği reddeden bir kurum gibi anlatılıp öğretilerek en büyük haksızlık ona yapıldı.
Böylece Müslüman toplumların önünü tıkayan ve tıkamaya devam eden ‘Selef kutsayıcılığı’ ölçüsüz olarak devam ediyor.
*
Bizde bilim ve teknoloji neden gelişmedi? Çünkü bilim, şimdi bilinmeyen yeni şeylerin peşine düşmekle, Allah’ın yarattığı varlık ve oluşların yasalarını keşfetmekle gelişir. Bilim, “bilinmeyen”e dair bir merak, merak ettiğini arayıp bulma çabasıdır; teknoloji de yeniliktir.
1577’de Takiyyüddin’in Üçüncü Murat’ın izniyle bugünkü Taksim meydanına yakın bir yerde kurduğu ve devrinin dünyada en ileri ilmi merkezlerinden biri olan rasathanesi, üç yıl sonra “muhaliflerinin kıskançlıkları ve cahillikleri sebebiyle” tahrip edilmişti.
Yani esas sebep hep söylendiği gibi “dini yobazlık” değildi, siyasi çekişmelerdi.
“Siyasî çekişmelere dinî bir zemin hazırlamakta gecikmeyen Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin, “Rasathâneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler” şeklindeki fetvası yüzünden Osmanlı Devleti tarihindeki tek gözlemevi olan ve Türk bilim tarihinde büyük önem taşıyan İstanbul Rasathânesi, (22 Ocak 1580) tarihli bir hatt-ı hümâyunla içindeki aletlerle birlikte tahrip edildi.”
Kendi yapmamız gereken işleri Allah’a havale edip fiillerimizin sonucunu ona yüklememiz ve bu suretle olup bitende bizim payımızın olmadığını ileri sürmemiz doğru olmaz. Kader, tevekkül, dua, irade ve özgürlük anlayışının da bu zemine oturması gerekir. Sebep-sonuç ilişkisini ve Sünnetullah’ı kavrayamamış bir İslam dünyasında bilim de dinî düşünce de gelişemez. Maturidiliği tekrar ve sağlıklı bir şekilde gündeme taşımamız gerekir. Türkiye’de ve İslam dünyasında kendini Mâtürîdî zanneden, hakikatte ise Eş’ariyye, hatta Cebriyye ekolünün kalıplarıyla düşünen insanlarların sayısı oldukça yüksektir.
Felsefe-mantık grubu ilimler, matematik, hukuk, iktisat, tarih, ilim ve medeniyet tarihi, pedagoji, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi ilimler olmadan dinî ilimlerin yol alması ve maksadını ifade etmesi kolay değildir.
Sağlıklı bir din-dünya dengesi kuramadık. Allah dünyada geçerli belli bir düzen ve sebep-sonuç ilişkisi içinde yürüyen kurallar yaratmıştır. Buna “sünnetullah” denir.
Allah bizden dünyayı kendi kuralları içinde, sebep-sonuç ilişkisini keşfederek yaşamamızı, dünyayı yaşarken de dinin gösterdiği rotada kalmamızı, dinin koyduğu sınırları aşmamamızı, ahiret hayatının da dünyada yapıp ettiklerimize bağlı olduğunu bildirdi. Kur’an, “Allah, içinizden iman edip salih amel yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, rızasına vesile kıldığının dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, korkularını bundan böyle güvenliğe çevirecektir.” buyurarak dünya egemenliğinin inanma ve yararlı iş (salih amel) işleme temeline dayandığını bildirir. Bir başka ayette Allah’ın “Yeryüzü salih amel yapan kullarıma kalacaktır” buyurduğu bildirilir. Salih amel, Allah’ın yeryüzü kurallarıyla ve diniyle uyumlu, insanlığın ortak hayrına işler demektir.
İslamı, sadece ibadetler dini olarak algılayarak, İslam ahlakını gündeme getirmekten imtina etmektedirler. Hatta ahlaki konuları konuşmaktan yazmaktan rahatsız olmaktadırlar. Dolayısı ile ahlaksız bir dindarlık anlayışı geliştiği görülmektedir.
Hem alkol alıp, hem zina eden, kumar, haram-helal demeden para-mal iktisabı yapan, hiç utanmadan, vicdanı sızlamadan, yalan-dolan, iftira atan, hak hukuk tanımayan bir anlayış ile insanlara, hayvanlara zulüm işkence yapan;
Ancak ibadetlerini de ihmal etmeyen, arada bir hac ve umre yapıp günahlarından temizlendiğini farz ederek yaşanılan bir dindarlık; ahlaksız dindarlıktır.
“Akıllı şehir yaklaşımı şehirlerin yaşanabilirliğini ve sürdürülebilirliğini sağlayan, sosyal yaşamı geliştiren, insan hayatına değer katan ve maksimum enerji etkinliği sağlayan çözümler üretmektedir. Şehirlerimizde hizmet kalitesi ve verimliliğin artması ile bugünün sorunlarına çareler üretilirken, gelecekte muhtemel sorunlar oluşmadan gerekli önlemlerin alınması ve planlamanın bu doğrultuda yapılması sağlanmalıdır.”
*
Şehirlerin geleceğinin şekillendirilmesi için yapılacak öngörülerin insan odaklı, doğal hayata ve tarihi mirasa saygılı bir şekilde, teknolojiden azami ölçüde faydalanarak, toplumun refahını temin etmek mecburiyetinde olduğunu unutmamak gerekir.
“Yüksek katma değer ancak yetişmiş insan gücüyle olur. Türkiye’nin şu anda 25 yaş üstü nüfusunun almış olduğu eğitim ortalama 6,5 yıl… Böylesine ortalama bir eğitim yapısıyla Türkiye’nin üretebileceği katma değer, Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü sınırlıdır. Bunun ötesine geçmemiz ancak daha iyi eğitilmiş bir nüfusla olabilir.” (27 Temmuz 2012)
*
“Kredi hacmi aşırı büyüdü… Önce kazanalım, sonra harcayalım. Çünkü hakketmediği refahı yaşamaya çalışan ülkelerin başına er ya da geç kötü şeyler geliyor. Avrupa’da bunların örneği çok’’. (Yunanistan gibi.)
*
Cumhuriyet dönemi ilk iktisadi kararlar “Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi”nde alındı. Aslında bu kararlar 1913 tarihli sanayiyi teşvik yasasının eklemelerle yapılan yeni şekliydi.
1950 yılına kadar uygulanan “Devletçilik” uygulamaları, kapitalizmede geçit veren bir şekilde uygulandı. 1930 yılına kadar ki taahhüt işleri, özellikle demiryolu inşaatları müteahhitlerinde önemli bir sermaye birikimine yol açacak ve daha sonra inşaat piyasasının yanında sanayileşme gibi konulara da adım atılmıştı. Nuri Demirağ’ın demiryolu müteahhirliğinden para sahibi olduğunu biliyoruz. Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası 1936 doğumludur. Unutmayalım Türk demiryolcularının ilk mektebi Hicaz Demiryolu Hattı’dır.
Anadolu’da ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın hattı olup, 1856-1866 yılında bir İngiliz firmasınca yapılmıştır. Yabancı sermaye öncülüğünde gerçekleştirilen ulaşım ağı, ülkeninönceliklerine göre değil, mensubu olduğu dış gücün önceliklerine göre yapılmıştır. Yabancı şirketler, denetledikleri limanlara göre demiryollarını ayarlamışlardır. (İlhan Tekeli, Selim İlkin, Türkiye’de Ulaştırmanın Gelişimi, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi)
Demiryolu inşaatlarını Osmanlı bir denge politikası olarak kullanmıştır. Bu denge politikasından karlı çıkan devletse Almanya olmuştu. Almanya, Anadolu’nun buğday, tahıl, pamuk, taşkömürü petrol rezervi karşısında iştahını kabartıyordu.
Hicaz Demiryolu ise yerli elemanlarca 1900-1909 yılları arasında 1500 km olarak ve yabancı şirketlere göre yarı yarıya mal olmuştu. Bu hat Türk mühendislerine bir okul olmuştu.
Aynen bunun gibi, ilk motorlu uçağın 1903 yılında ABD’DE, 1910 yılında da İngiltere, Fransa ve Almanya bu işe giriştiğine göre Türkiye bu işe erken başlamış demektir.
1911 yılında TH Kuvvetleri kurulur. 15 Mart 1925 tarihinde Türk Tayyare Cemiyeti göreve başlar. Ancak bir el bu çalışmayı küçültür, sadece para işine bakar. Cemiyetin milli hassasiyetlere göre imalat işine girmesi gerekirken, sadece gelir kaynaklarını yönetmiştir. 1925-1935 yıllarının havacılık alanında kayıp yıllar olduğunu söylüyor Hürkuş. Vecihi Hürkuş, ilk Türk tipi uçağını Vecihi K-6 tayyaresini inşa etmiştir. Ama Hürkuş hayatı boyunca engellenmiştir. Hürkuş anılarında derki; bir kişi beni ziyarete gelerek isteğim olup olmadığını sordu. Ben de bir uçağın yapımına katkı istedim. Bir uçak ne kadar dedi ve hemen bir uçak bedeli olan 5 bin lirayı takdim etti. Nuri Demirağ bundan sonra uçak fabrikası fikrine girer ve 1936-1942 yılları arasında çalışan uçak fabrikasına da yine Vecihi Hürkuş’tan sonra ikinci milli uçak projesinin sahibi olup, uçak projesi devletçe uygun görülmeyen Selahaddin Alan’ı parasız olarak fabrikasına ortak etmiş ve NU. D.36 ve Nu. D.38 uçaklarının proje ve imalatını gerçekleştirmiştir.
Bu kadar malumatı, Türk sanayisinin 1940 yılından itibaren neden ve nasıl kesintiye uğradığını anlatmak için yazdım. Eğer bu engelleme olmasaydı, Türk uçakları Boing ve diğerleri ile aşık atıyor olacaktı. 1923-1950 arasında yerli uçak üretiminin başlıca alıcısı olan devlet, sanayileşmiş ülkelerin hibelerine evet demiştir. Marshall ve NATO yardımlarının yerli üretimin önündeki en büyük engel olduğu artık görülmelidir.
Yalnız Türkiye değil, gelişmekte olan ülkelere oynanan senaryonun herhangi bir versiyonudur bu.
*
Velilerin gıdası; latif hitaplar,
Sıddıkların ve Salihlerin gıdası; tefekkür,
Avamın gıdası; yeme-içme.
Akıl, Allah’ın kalbe attığı bir nur, ilim.
kalb-ruh-nefis-beden (nefis ruhun en alt tabakası. Yükseldikçe saflaşır.
-emmare (kötülüğü emreder Yusuf/52)-levvame (gafletten uyanan nefis Kıyame/2)-mülheme-mutmainne kalb nuruyla tamamen nurlanmış, ahlakı hamide (Fecr/27)-zekiyye-radiye-mardiye (Fecr/28, Zümer/22)
*
Dünya ekonomisi çıkmazda. Bunun sebebi açıktır. Faizli işçilik sistemi çıkmazdadır. Sebebi yeryüzünde tam istihdamın sağlanmış olması ama dengenin oluşmamış olmasıdır.
1-Tarım-sanayi dengesi bozulmuştur. Emek sanayiye kaymış, tarım çökmek üzeredir.
2-Üretim-inşaat dengesi bozulmuştur. Üretim durmuş işyerleri inşaata kaymıştır.
3-Hizmet-üretim dengesi bozulmuştur. Hizmet sektörü kanserli hücre gibi gelişmektedir.
4-Serbest piyasa-tekel dengesi kurulamamıştır. Serbest piyasa bozulmuş ama tekel piyasası oluşmamıştır.
Bunda en çok gelişmiş ülkeler sıkıntıya girmiştir. Türkiye gibi yarı gelişmiş ülkelerde bu sıkıntı daha sonra gelecektir. Türkiye bu krizi çok kolay atlatabilir. Serbest piyasa dengesi henüz tam bozulmuş değildir. Kısmen tekeller de oluşma durumdadır. Serbest piyasayı ve gerekli alanlarda dengeli tekelleri oluşturursa geleceğin en ileri ülkesi olma durumundadır. Eğer bunu başaramazsa Türkiye tarih olacaktır.
Asıl korkuncu ise Sermaye’den izin alamadıkları için kimse bu konularda düşünmüyor, yazmıyor, tartışma zaten genel olarak yasak. Kişilere saldıracaksınız ama fikirleri tartışamayacaksınız.
NEVZAT ÜLGER
BÜYÜYEN TÜRKİYE DURDURULAMAZ
BÜYÜYEN TÜRKİYE DURDURULAMAZ
Yakın komşulara ve İslam dünyasına bakıldığında, Türkiye bir istikrar adası olarak görülmektedir. Son yıllarda Türkiye’nin istikrar içinde geliştiğini ve kalkındığını herkes fark ediyor doğrusu. Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarıyla, huzuruyla, güvenliğiyle örnek teşkil ediyor. Çok değil, 35 sene önceki Türkiye’nin haliyle bu günkü Türkiye kıyas dahi edilemez. Birileri de bu yapılanları kıskanıyor.
21. yüzyıla Türkiye olarak çok iyi girdik. Ekonomik göstergeler, rakamlar her şey ortada. Herkesin kapısındaki arabalar… araba fazlalığından sokakta artık araba park edecek yer bulmakta zorlanıyorsunuz. Oturduğumuz evlerin inşaat ve kullanım kalitesi arttı. Bunlar hepimizce bilinen ve sevindiren şeyler. Meydana gelen sorunları gidermek, merkezi hükümetten daha ziyade yerel yönetimlerin görevi zannederim.
Ülkeleri ve medeniyetleri farklı kılan temel özellik, medeniyetleri oluşturan inancın, insana, çevreye, eşyaya ve yaratıcıya bakışını şekillendiren ilkeleridir. Medeniyetler esas itibariyle, yetiştirdikleri insanlar, ortaya koyduğu eserler, çekilen sıkıntılar ve insan başarılarından oluşan birer halitadır. Her medeniyet elbette insanlık alemine katkılarda bulunmuştur. Edward Said’in ifadesi ile “medeniyetler sürgünde de yaşarlar.” Bu nedenle de medeniyet kavramını salt Batı’ya mal ederek düşünce üretmek, biraz da savaşlara ve sömürgeciliğe davetiye çıkarmaktır. İsrail’in Filistin halkına yaptığı son alçaklıkta, İslam ülkelerinin yöneticilerinin aymazlığının payı az mıdır? Kaç tanesi Türkiye kadar hassas davranabildi?
Türkiye’nin 21.yy’a gelinceye kadar uzun bir süre değerinin çok önemsenmediği bir dönemi vardır. Bu değer 21.yy’la birlikte artık iyice önemsenmeye başlanmış, hem Batı ile ilişkilerinde hem de bölgeye bakışında bu perspektif öne çıkmaya başlamıştır. Türkiye artık stratejik değerlendirmeler yaparken hem kendi medeniyetini hem de dünya jeopolitiğini dikkate almaktadır. Emperyal olmak böyle bir şeydir.
Batı, Türkiye’nin bu uyanışını engellemek adına 21. yy’ın on beş yıllık ilk diliminde en azından bizim bildiğimiz yedi tane darbe girişiminde bulunmuştur. Yaşadığımız terör olaylarına arka çıkanlar ise artık sır değil.
Yeni bir Türkiye inşa ediliyor. Rahmetli Turgut Özal, ’21. yüzyıl Türkiye asrı olacak’ demişti. Şu an o günleri yaşıyoruz. Yüzyılı, ”Türkiye asrı” yapabilmemiz için adaletin tesisine ve gelirin adil dağılımına dikkat etmemiz gerekiyor.
Orta boy işletme fikrinin bu toplumda yer etmesi şarttır. İnsan yüzlü kalkınma ancak orta boy işletmeler eliyle sağlanabilir. Orta boy işletmelerin üretimlerinin toplamından büyük işletme imalatları elde etmek hem daha sağlıklı, hem de daha kolaydır. Bu fikirlerin kök salması için zamana ihtiyaç vardır. Ancak doğru tercih yapabilmek için, ülke yöneticilerinin de doğru tercih yapmaları şarttır. Unutmayalım; “İnsanlar ülke yöneticilerinin düşünce kütüklerine yazılırlar.”
NEVZAT ÜLGER
DEVLETÇİLİK İNSAN MERKEZLİ DEĞİLDİR
DEVLETÇİLİK İNSAN MERKEZLİ DEĞİLDİR
Elbette devletçilik de bir ekoldür ama insan merkezli değildir.
Üretmek için çalışmak, yaşamak için tüketmek gerekir. Toplumsal dengenin kurulması için kural; herkes ürettiği kadar tüketirse denge oluşur. Dengenin devamlı olması için de bir miktar tasarruf gereklidir. Evet, yaşama arzusu çalışma arzusundan fazladır ama bunu normalin üzerine çıkarmak “hedonizm”dir.
Şimdi para merkezli bir düşünce kurgusu yapalım.
İlk kural; bir ülkede döviz kuru düşük ise ithalat artar ihracat düşer, döviz kuru yüksek ise ihracat artar ithalat düşer.
Döviz kurunu düşürmek için piyasadaki yerli para miktarını artırmak gerekir, döviz kurunu yükseltmek için Türk Lirasını piyasadan çekmek gerekir. İyi ama metot nasıl olmalı?
Para piyasadan nasıl çekilebilir veya miktarı nasıl azaltılabilir?
Faizleri yükseltirseniz para piyasadan çekilir ama yatırımlar durur. Piyasanın TL’ye ihtiyacı olduğu halde piyasadan TL’yi çekerseniz dolar belki düzelir ama ülkede ekonomik kriz olur. Para sıkıntısından dolayı borçlar ödenmez hale gelir ve ekonomik kriz başlar. Dövizin değeri düşse bile ekonomi tıkanır. Fabrikalar çalışmaz olur. Yeni yatırımlar olmaz. Millî ekonomi allak bullak olur.
Faizleri hemen düşürürseniz yatırımlar çoğalır, piyasaya para girer ama bu sistem ancak mevsimlik dengeyi sağlamak için kullanılabilir. Uzun zaman için tam tersini yapar.
Döviz rezervlerini Merkez Bankası’nda stoklayarak bulundurmak demek, ABD Merkez Bankası’na faiz ödemek demektir. Dolayısıyla yatırıma yönlendirmeden çok rezerv bulundurulursa ABD Merkez Bankası’na hizmet edilir, buna karşılık az rezerv bulundurulursa döviz dengesini kurmak zorlanır. Bu nedenle paranın imalat sanayisinde yatırıma yönelik olarak dolaşım hızının artırılması gerekir.
MB döviz alıp satarak Türk Lirasını piyasadan çeker veya piyasaya sürer. Merkez Bankası bunu yapmıştır. Bunun tehlikesi, Merkez Bankası döviz rezervlerinin tükenmesidir. O takdirde bu metotla piyasadan lira çekilmez. Para politikası için reeskont ve zorunlu rezerv miktarları diye bir enstrüman var. Çift pasaportlu olmak bir avantajdır ama aynı zamanda hassas bir durumdur.
Eğer ülkede ödemeleri ve ihaleleri dolarla yapıyorsanız durum hep aleyhimize olur. Bu konuda tetikçi ekonomistlerin söylediklerine itibar etmemek gerekir. Çünkü onların görevi ABD’nin ve çok uluslu şirketlerin çıkarlarını korumaktır. Keza halk tasarruf etmek için dövizi tercih ediyorsa ekonomi yöneticilerinin buna çözüm bulmaları hem görevleri hem de bir zorunluluktur. Çünkü bu oyun bu ülkede çok oynandı. Halk çözümünü belki yeterince bilmiyor ama oyunun farkındadır. Çünkü olan elbette tüm ülkeye oluyor ama garibanların canı daha çok yanıyor. Müslüm Baba onun için; “Yakarsa dünyayı garibanlar yakar” diyordu.
Siyasetçiler insanları devletçiliğe götüreceklerse özel bir gayret sarf etmelerine gerek yok, zaten bu ekolü baştan beri yaşıyor halk. Merkantilizm 16. Yüzyılın ekolüydü ve kapitalizmin ana okuluydu. Şimdi yeni şeyler söyleme zamanıdır.
Temel kaide; hukuk düzeni içinde yaşamaktır. “Devletin dini adalettir.”
NEVZAT ÜLGER
DERİN DEVLET
DERİN DEVLET:
“Derin Devlet” vardır ve “Üst Akıl” tarafından oluşturulur. Üst akıl beyin, derin devlet ise onun enstrümanıdır.
Global oyun oynama kapasitesi olan güçlü ülkeler, üzerinde hesap yaptıkları; kurumsal yapıları zayıf, ekonomisi kırılgan, toplumsal yapısı parçalanmış ve demokrasisi gelişmemiş ülkelerin kontrolünü-yönlendirilmesini “Derin Devlet Enstrümanları” ile sağlarlar. Derin Devlet sanılanın aksine, zayıf devletlerde belirlenmiş düzenin koruyucusudur, ali menfaatlerin değil.
Üst akıl, öncelikle kontrol edilecek ülkenin bölgesel rolünü belirler. Daha sonra bu rolün gerçekleştirebilmesi için gerekli; doktrin, strateji ve konsept ile uygulanacak ana senaryo ve derin devlette görev alacak kilit aktörler belirlenir.
“Üst Akıl” küresel gücün elindedir. “Derin Devlet” enstrümanları çoğunlukla kontrol edilecek ülke içindedir, ancak bazı unsurlar dışarıda veya üçüncü ülkelerde de olabilir.
“Üst Akıl” milli bir yapı değildir. “Derin Devletin” enstrümanları da yerli olmayabilir.
“Derin Devlet”, “yekpare” bir yapı değildir. Görevi bilen kilit kadro birbirini tanır. Diğerleri durumun farkında olmayabilirler ve birbirlerini tanımazlar. Her bir parçanın; görevi ve söylemi farklıdır. Ancak hepsinin tek bir kesişim alanı vardır. Bu kesişim alanında güçleri ve eylemleri birleşir. Sözgelimi “devleti korumak” parametresi, hepsini bir noktada buluşturabilir. Hepsi de bunu “vatanseverlik” olarak görürler. Ancak “hangi devlet korunuyor suali” muhayyeldir. İrdelemeye başladığınızda garip şeylere hizmet eden bir “devlet” ile karşılaşabilirsiniz. Vatanseverlik kavramınız boşa düşebilir, gazoza gidiyor olabilirsiniz.
“Derin Devletin Enstrümanları”; farklı ideolojilerdeki partiler içinde, sivil toplum kuruluşlarında, işadamları derneklerinde, cemaat ve tarikatlarda, velhasıl her yerde bulunurlar. Dışarıdan bakıldığında farklı görünürler. Harekete geçtiklerinde aynı yere doğru ilerlediklerini, amaçları farklı da görülse, aynı neticeyi oluşturmaya çalıştıklarını anlarsınız. Onları bu ayak izleri açığa verir.
“Derin Devlet Enstrümanları”; otokratik rejimlerde, kapalı toplumlarda, medyası kontrol edilmiş yönetimlerde, demokrasi ve insan haklarının önemsenmediği toplumlarda, devletin kutsallaştırıldığı toplumlarda, fikir özgürlüğünün hainlik olarak algılandığı toplumlarda, ötekileştirmenin kolaylıkla yapılabildiği cemiyetlerde kolayca kabul görürler, etkili bir şekilde iş görürler, korunurlar ve kollanırlar. Hatta vatansever addedilirler.
Demokrasisini ve kurumlarını güçlü bir şekilde oluşturabilmiş, özgür medyaya sahip, eğitime önem veren topluma sahip, azınlıklarını daha etkin koruyan kollayan devletlerdeki “Derin Devlet Enstrümanları”; bizatihi o ülkenin özgür ve devletini seven vatandaşları, toplumun sağduyusu ve vicdanı, devletin oturmuş kurumsal yapısı, katılımcı demokrasisi ve özgür medyasıdır.
Türkiye cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, “Türkiye Derin Devleti”, “yeni kültürün temsilcisi” olan, “tepeden inmeci sol kanadın” kontrolüne verilmiştir. Burada sol; halkı küçümseyen, halkın kültüründen farklı değerlere sahip, din ile mesafeli, laik-üniter devletçi, Kürt varlığına karşı çıkan, batı hayat tarzını benimsemiş bir üst sınıfın olduğu, bir devre ait bakış açısı kastedilmektedir. İlerleyen yıllarda bu yapı da kendini ortanın solu olarak tanımlamıştır.
Yeni kurulan devlete; “sınırları içinde kalması”, “etrafına ilgi duymaması”, “çevresindeki Müslümanlar ve Türkler ile ilgilenmemesi”, “batı kültürüne bağlı olması”, “dine mesafeli durması”, komşu ülkelerdeki Kürtlerle ilgilenmemesi, gibi kritik parametreler, takip etmesi gereken rol olarak verilmiştir.
Yeni devlet için korunması gereken kutsal, “devlet ve batı medeniyeti normları” olmuştur.
Derin Devletin Enstrümanları ise, “ordu, yargı, bürokrasi ve medya” içinde yerleşmiş ve güçlendirilmiştir. Siyaset bunların altında bir yerde konumlanmıştır.
Yeni devleti yöneten siyaset, “belirlenen yoldan çıktıkça”, “Derin Devletin Enstrümanları” inandıkları değerler çerçevesinde motive olmuşlar, siyasete müdahale etmişler ve siyaseti yeniden şekillendirip, devleti rayına oturtmuşlardır.
Menderesler, Demireller, Erbakanlar, Türkeşler, Özallar, Erdoğanlar, elbette eksiklikleri ve defektleri ile birlikte, bu toplumsal değişim çizgisinin temsilcileri olmuş, kurulu nizamın dışında yeni tarzlar, yeni yollar, yeni hedefler peşinde koşmuşlardır.
Erdoğan’a kadar bütün “yoldan çıkmalar”, yoldan çıkaran liderlerin alaşağı edilmesi ile düzeltilmiştir. Menderes, Demirel, Erbakan, Türkeş, Özal kabuğu çatlatmışlar, ancak bir şekilde, saf dışı da edilmekten kurtulamamışlardır. Tek istisna Erdoğan olmuştur.
Bu durum kolay anlaşılır ve kolay izah edilebilir değil. Ya “Derin Devlet yeniden yapılandırıldı”, ya da Erdoğan “Derin Devlete uyum sağladı.”
Erdoğan’ın taşıdığı fikirlere tamamen “düşman-karşıt” olup da, bugün Erdoğan’la koalisyon halinde olan; Devlet Bahçeli, Doğu Perinçek, Ulusalcılar, Kemalistler’in, davranışları da çok kolay izah edilebilir değil.
Putin’den korkuyorum. Rus istihbaratı ve paramiliter unsurları, Ruslara büyük sempati besleyen Bahçeli ve Perinçek ekibiyle, Kemalistlerle, Ulusalcılarla, Avrasyacılarla çaktırmadan işbirliği yapıp, el altından bir halt karıştırabilirler mi diye çok korkuyorum.
Milyonlarca insanın işsiz olduğu, iş aramayan ev kadınlarına devletin baktığı, devletin bu nedenle 100 milyarca lira kamu maliyesi açığı verdiği, devletin bankasının maliyetinden ucuza kredi sattığı, bireysel olması gereken inanç alanının sürekli toplumsal bir fenomene dönüştüğü, tarihin bariz biçimde güncel politika için araç olarak kullanıldığı, pahalı alt yapı yatırımlarının plansız maliyetinin karabasan gibi çöktüğü ve çözüm olarak sınırsız biçimde ülke topraklarının arsa düzeyinde pazarlandığı bir dönemdeyiz.
Dünyanın hiçbir ülkesinde arsayı yabancılara sınırsız satmak diye bir kavram yoktur.
Arsanın üzerindeki binayı satmak makuldur ama arsasını da verirseniz teorik olarak ülkenin tamamını bu şekilde satma imkanı olur.
*
“Muhibbân-ı Kütüb” (Kitapseverler) ve “Mecânîn-i Kütüb” (Kitap Delileri)…
Yatakta kitap okumanın kitapseverlik raconunda yeri yok.
Kurşunkalemle sayfa kenarlarına kitabın canını acıtmadan notlar almak faydalıdır. Nitekim sahaflarda haşiyeli kitaplar daha yüksek fiyatlara alıcı buluyor.
“Muhibbân-ı kütüb”, Frenkçe tabiriyle bibliyofiller, incelemek ve ihtisas sahibi olmak için kitap edinirler.
“Mecânîn-i kütüb” (bibliyomanlar) ise sadece toplar ve sahip olmanın hazzını yaşarlar. Kitap deliliği çok ileri noktalara varabilen bir hastalıktır.
İnsanların kitapla ilişki biçimleri bunlarla sınırlı değil. Kitap saklayanlar, kitap yakanlar ve kitap yırtanlar (biblioklast’lar) da vardır.
*
Sayısal olarak bugün 7.740.502 üniversite öğrencimiz var. Dünyanın karşımızda titremesi ve “vay be!” dedirtmesi lazım ama dedirtmiyor.
Hepimiz biliyoruz ki bizim bu kadar üniversite öğrencimiz yok, varsa varsa bunların ancak 500-600 bini gerçek manada üniversite öğrencisi…
Geri kalan milyonlar, -kimse kusura bakmasın ama- sadece yüksek lise öğrencisi ve aldıkları eğitimin de gerçek hayatta hiç bir karşılığı yok.
Acil olarak mevcut üniversitelerin yarısını kapatmamız gerekiyor. Bizim bu kadar çok üniversiteye ve öğrencisine ihtiyacımız yok.
Sanayi inkılabı ve milliyetçilik çağının dayatması okul çoktan tarih oldu.
Liseden bu işi çözdük çözdük; çözemezsek gidişat bizi uçuruma sürükleyecek asıl bilmemiz gereken bu. 15 yıl sonra bugün üniversitelerde öğrettiğimiz –özür dilerim öğretemediğimiz- mesleklerin %80’i artık olmayacak.
*
Hz. Mevlana’dan;
“Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil.
Ne zaman bilmem, sen yeter ki o kapıda durmayı bil.”
“Bir insan bilmiyorsa ne istediğini, hem seni ziyan eder hem kendini.
Dibini görmediğin suya dalmadığın gibi, emin olmadığın sevgiye teslim etme kendini.”
*
“Üniversitelerin başlıca iki fonksiyonu var, birinci fonksiyon mevcut bilgilerin alanını genişletmek, yeni bilgiler elde etmek. İkincisi oluşan bilgi stokunu topluma özellikle gençlere transfer etmek. Birinci fonksiyon araştırma, ikinci fonksiyon ise öğretim. Araştırma pahalı bir şeydir. Hem çok para ister, enerji ister, fedakarlık ister ve sonucunu kestiremezsiniz. Uzun zaman, çok para harcarsınız ve bir sonuca ulaşamayabilirsiniz. Onun için bu lüksü, hala Batı dünyası kendi tekeline almış bulunuyor. Batı dışı dünya ise Batı’nın elde etmiş olduğu bilgileri öğretmekle vaktini geçiriyor. Bu daha ucuz ve daha kolay.
Türkiye’deki üniversitelerin sayısı 200’ü geçti, devlet ve vakıf üniversiteleri olmak üzere. Bunların da çoğunun belki de hepsinin asıl fonksiyonu, mevcut bilgi stokunu daha doğrusu Batı dünyasının meydana getirdiği bilgileri tercüme edip gençlere ve topluma aktarmaktır. Yeni bilgi meydana getirmek ise bizim üniversitelerimizde çok nadir bir vakadır.
Şehir Üniversitesi bilgilerimize yenilerini katmak istiyordu. Bu haddini aşmak sayıldı. Onun için kapatmaya yöneldiler.”
*
Hayalle/tasavvurla imkan arasındaki farkı göremezseniz maceraperest olmak ihtimali yüksektir.
*
Et’tekrarı Ahsen, velev kane yüzseksen.
*
Osmanlı Devleti 19. Yy’ın başında “Batılılaşma”yı seçti. Hızlı bir değişim yaşanıyordu. Temel motiflerden biri de elbette ekonomiydi. Zaten Batı’da da bütünüyle sanayileşme 19. yy’da başat hale gelmişti.
İngiltere ve Farnsa’nın öncülüğünde Batı sömürgeciliğe başlamıştı. Dünyanın zenginleri bu ülkelere akmaya başlamıştı. Sanayi toplumu olma aşamasına geç kalan Almanya kolonyalizm konusunda pay alamayınca, uluslar arası dengeleri bozmaya başladı.
Bu arada yenileşmenin önündeki engel görünen Yeniçeri Ocağı 1826 yılında ortadan kaldırılınca, hem Tanzimat’ın hem de 1838 antlaşmasının (Baltalimanı) tesiriyle Batı’ya açılma süreci hızlandı. Bu antlaşmayla Osmanlı da kapitalist dünyayla bütünleşmeye başladı.
1871 yılına gelindiğinde artık geriye dönme imkanı kalmamıştı.
1854 yılında Osmanlı’nın borç aldığı İngiltere’nin diğer Avrupa ülkeleri ve bankerleri ile birlikte Düyunu Umumiye’yi ilanından sonra 1877-78 Osmanlı Rus Harbindeki (93 Harbi) tutumu nedeni ile İngiliz etkisi azalmaya başladı. 1914 yılına kadar dünyanın jandarmasının İngiltere olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
İngiltere Mısır ve Hindistan’a çöreklenirken, Almanya ve Fransa demiryolu ve bankacılık alanlarında rekabete başladılar.
1881-1914 yıllarında Fransız, Alman ve Belçika sermayesi artış gösterdi. En fazla alacağı olanlar; Fransa, Birleşik Krallık ve Almanya olmuştu.
1909 darbesinden sonra başa geçen İttihat ve Terakki kadroları bir taraftan “İktisadi Milliyetçilik” başlatırken bir taraftan da ülkeyi dünya harbine sokuyordu. Temel hedef devlet eliyle bir Türk Burjuvazisi meydana getirmekti. Osmanlıcılık düşüncesi yerini Türkçülüğe bırakmıştı. 1913 yılında başlayan sadece Müslümanlardan alış veriş yapılması, aksi halde gayrimüslimlerle yapılan her alışverişin Müslümanlara kurşun olarak döneceği propagandası ve tatbikatı başladı. En tipik örnek; Şekerci Hacı Bekir hadisesidir. Bu olay Cumhuriyet döneminde de devam edecekti ve en belirgin isim Vehbi Koç’tu.
İngiltere ve Fransa etkisi azalmıştı ama lebaleb Alman etkisi/hakimiyeti başlamıştı.
Cumhuriyet dönemi ilk iktisadi kararlar “Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi”nde alındı. Aslında bu kararlar 1913 tarihli sanayiyi teşvik yasasının eklemelerle yapılan yeni şekliydi.
1950 yılına kadar uygulanan “Devletçilik” uygulamaları, kapitalizme de geçit veren bir şekilde uygulandı. 1930 yılına kadar ki taahhüt işleri, özellikle demiryolu inşaatları müteahhitlerinde önemli bir sermaye birikimine yol açacak ve daha sonra inşaat piyasasının yanında sanayileşme gibi konulara da adım atılmıştı. Nuri Demirağ’ın demiryolu müteahhirliğinden para sahibi olduğunu biliyoruz. Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası 1936 doğumludur. Unutmayalım Türk demiryolcularının ilk mektebi Hicaz Demiryolu Hattı’dır.
Anadolu’da ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın hattı olup, 1856-1866 yılında bir İngiliz firmasınca yapılmıştır. Yabancı sermaye öncülüğünde gerçekleştirilen ulaşım ağı, ülkenin önceliklerine göre değil, mensubu olduğu dış gücün önceliklerine göre yapılmıştır. Yabancı şirketler, denetledikleri limanlara göre demiryollarını ayarlamışlardır. (İlhan Tekeli, Selim İlkin, Türkiye’de Ulaştırmanın Gelişimi, Cum. Dönemi Türkiye Ansiklopedisi)
Demiryolu inşaatlarını Osmanlı bir denge politikası olarak kullanmıştır. Bu denge politikasından karlı çıkan devletse Almanya olmuştu. Almanya, Anadolu’nun buğday, tahıl, pamuk, taşkömürü petrol rezervi karşısında iştahını kabartıyordu.
Hicaz Demiryolu ise yerli elemanlarca 1900-1909 yılları arasında 1500 km olarak ve yabancı şirketlere göre yarı yarıya mal olmuştu. Bu hat Türk mühendislerine bir okul olmuştu.
Aynen bunun gibi, ilk motorlu uçağın 1903 yılında ABD’DE, 1910 yılında da İngiltere, Fransa ve Almanya bu işe giriştiğine göre Türkiye bu işe erken başlamış demektir.
1911 yılında TH Kuvvetleri kurulur. 15 Mart 1925 tarihinde Türk Tayyare Cemiyeti göreve başlar. Ancak bir el bu çalışmayı küçültür, sadece para işine bakar. Cemiyetin milli hassasiyetlere göre imalat işine girmesi gerekirken, sadece gelir kaynaklarını yönetmiştir. 1925-1935 yıllarının havacılık alanında kayıp yıllar olduğunu söylüyor Hürkuş. Vecihi Hürkuş, ilk Türk tipi uçağını Vecihi K-6 tayyaresini inşa etmiştir. Ama Hürkuş hayatı boyunca engellenmiştir. Hürkuş anılarında derki; bir kişi beni ziyarete gelerek isteğim olup olmadını sordu. Ben de bir uçağın yapımına katkı istedim. Bir uçak ne kadar dedi, ve hemen bir uçak bedeli olan 5 bin lirayı takdim etti. Nuri Demirağ bundan sonra uçak fabrikası fikrine girer ve 1936-1942 yılları arasında çalışan uçak fabrikasına da yine Vecihi Hürkuş’tan sonra ikinci milli uçak projesinin sahibi olup, uçak projesi devletçe uygun görülmeyen Selahaddin Alan’ı parasız olarak fabrikasına ortak etmiş ve NU. D.36 ve Nu. D.38 uçaklarının proje ve imalatını gerçekleştirmiştir.
Bu kadar malumatı, Türk sanayisinin 1940 yılından itibaren neden ve nasıl kesintiye uğradığını anlatmak için yazdım. Eğer bu engelleme olmasaydı, Türk uçakları Boing ve diğerleri ile aşık atıyor olacaktı. 1923-1950 arasında yerli uçak üretiminin başlıca alıcısı olan devlet, sanayileşmiş ülkelerin hibelerine evet demiştir. Marshall ve NATO yardımlarının yerli üretimin önündeki en büyük engel olduğu artık görülmelidir.
Yalnız Türkiye değil, gelişmekte olan ülkelere oynanan senaryonun herhangi bir versiyonudur bu.
NEVZAT ÜLGER
TÜRKİYE NEDEN GERİ KALDI?
TÜRKİYE NEDEN GERİ KALDI?
Türkiye’de İslami kesimin en rahat olduğu dönem 1985-1997 yılların aitti.
Yayınevleri sürekli yeni kitaplar basıyor, kitapçılar arı gibi çalışıyor, ülkenin en canlı entelektüel tartışmalarının kalbi ise dergilerde atıyordu.
Bilgi ve Hikmet, Yeni Zemin, İzlenim, Ümran, Kitap Dergisi ilk akla gelenler.
Bu dergilerden Bilgi ve Hikmet, 1993 yılında yayına başlayıp, birkaç sayı sonra kapandı ama geriye önemli bir külliyat bırakmıştı. Özgül ağırlığı yüksek olan önemli konuları işlemişti. O dönemde derginin önemli yazarlarından bir kısmı sonradan milletvekili olmuştu. Olmuştu ama eski yazdıkları ile tenakuza düştükleri çok konu vardı.
Tunuslu İbn Haldun, İran asıllı ABD vatandaşı Seyid Hüseyin Nasr’ın adlarını İslami cenahtaki herkes iyi biliyordu. Yalnız Medine sözleşmesi değil, demokrasi ve devlet konuları da toplumun önüne getiriliyordu. Batı literatürü üzerinden kapitalizm ve devlet eleştiriliyordu.
Sonradan bakanlık yapacak olan bir yazar; “İslam dünyası Yunan düşüncesi ile etkileşime girerken Diyalektik düşünce yerine Metafizik düşünce öne alınmıştır. Eş’ari Kelamı, Gazali eliyle felsefeyi dışlayıp metafizik düşünceyi içine almıştır. Bunun sonucunda kainatta nedenlilik reddedilmiştir. Siyasal despotizmi besleyen siyasal kanal buradan nemalanmıştır” diye entelektüel eleştiriler yapıyordu. (Nihat Ergün)
İlber Ortaylı; Batı toplumlarında otoriterlik, Doğu toplumlarında istibdat çok normal bir olaydır diyor. Aslında İslam tarihi boyunca sıkça rastlanan siyasal istibdat acaba bir sebep midir, yoksa sonuç mu? Üç halifenin suikastla öldürülmesi, Sıffın Harbi, Kerbela, kardeş katilleri hep iktidar mücadelesi değil midir?
Bu olaylar varken, İslam dünyasının geri kalışını hala Gazali’nin felsefeciler üzerine yönelttiği görüşlerine bağlamak, eğer bilgi noksanlığına dayanmıyorsa hakikaten hoş bir kolaycılıktır. Kaldı ki İslam tarihindeki bilim insanlarının başarıları bu kolaycılığı hepten reddeder.
*
Bugün altmışa yakın İslam ülkesi huzur ve güven, adalet ve hukuk, insan hakları ve özgürlükler, insan onuru ve insana saygı, eğitim, bilim ve teknoloji, sosyal refah, çevre gibi birçok temel konuda ciddi sorunlarla boğuşuyor. Üstelik yüce dinimizi anlayış tarzımız, dini eğitim ve öğretimimiz bu sorunların üstesinden gelmede bize ciddi bir destek üretmiyor. Sağlıklı bir din-dünya dengesi kuramadık. Allah dünyada geçerli belli bir düzen ve sebep-sonuç ilişkisi içinde yürüyen kurallar yaratmıştır. Buna “sünnetullah” denir.
Allah bizden dünyayı kendi kuralları içinde, sebep-sonuç ilişkisini keşfederek yaşamamızı, dünyayı yaşarken de dinin gösterdiği rotada kalmamızı, dinin koyduğu sınırları aşmamamızı, ahiret hayatının da dünyada yapıp ettiklerimize bağlı olduğunu bildirdi. Kur’an, “Allah, içinizden iman edip salih amel yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, rızasına vesile kıldığının dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, korkularını bundan böyle güvenliğe çevirecektir.” buyurarak dünya egemenliğinin inanma ve yararlı iş (salih amel) işleme temeline dayandığını bildirir. Bir başka ayette Allah’ın “Yeryüzü salih amel yapan kullarıma kalacaktır” buyurduğu bildirilir. Salih amel, Allah’ın yeryüzü kurallarıyla ve diniyle uyumlu, insanlığın ortak hayrına işler demektir.
Din, dünya, akıl, düşünce, bilim, bunların hepsi Allah’ın yaratması ve lütfunun eseridir. Buna göre insan, dünyanın işleyişinde sebep-sonuç ilişkisinin cari olduğunu görüp bir davranışının sonuçlarını öngörebilecektir; insanın akıllı, iradeli, özgür ve davranışlarından sorumlu bir varlık olması bu demektir.
Yani, kendi yapmamız gereken işleri Allah’a havale edip fiillerimizin sonucunu ona yüklememiz ve bu suretle olup bitende bizim payımızın olmadığını ileri sürmemiz doğru olmaz. Kader, tevekkül, dua, irade ve özgürlük anlayışının da bu zemine oturması gerekir. Sebep-sonuç ilişkisini ve Sünnetullah’ı kavrayamamış bir İslam dünyasında bilim de dinî düşünce de gelişemez.
*
Bugün İslam ülkelerinde İslâmî ilimler olarak öğretilen bilgilerin baskın karakteri, klasik dönem diyebileceğimiz hicrî ilk beş-altı asır içinde, o dönemin şartlarıyla uyum içinde üretilmiş bilgiler olmasıdır. Bu sadece fıkıh ve kelâm alanı değil ayet ve hadislerin anlaşılma biçimiyle de ilgilidir.
Günümüz İslâm dünyasında ve Türkiye’de dinî ilimler okutulurken anılan ilim dallarının ya hiç ya da yeterince dikkate alınmaması ciddi bir sorundur. Konuyu örneklendirmek gerekirse, Felsefe-mantık grubu ilimler, matematik, hukuk, iktisat, tarih, ilim ve medeniyet tarihi, pedagoji, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi ilimler olmadan dinî ilimlerin yol alması ve maksadını ifade etmesi kolay değildir.
*
Din uleması ve şeyhler karşısında bireyi yok sayıp dini sadece onların anlayabileceği, bireye düşenin ise onlara uymak olduğu anlayışı bugünlerimizi hazırlayan en önemli sebeplerden biridir. Buna bir de ulemanın Allah adına konuştuğu ve her türlü sapmaya karşı dini onların koruduğu, öte yandan şeyhlerin de Allah’tan aldıkları özel yetki ve güçle donatıldığı inancı eklenince, bireyin dinden beslenen türlü otoriteler karşısında edilgen ve inisiyatifsiz bir varlık haline gelmesi artık bir ‘durum’/’olgu’ olmaktan çıkar, bir ‘inanç’ halini almaktadır. Nitekim dinî gelenekte ve tasavvuf düşüncesinde bireyin bu durumunu/inancını perçinleyen ve teşvik eden ciddî bir öğreti geliştirilmiş, özel terim ve kavramları olan hiyerarşik yapılar üretilmiştir. Türkiye gibi ülkeler kendini Mâtürîdî zanneden, hakikatte ise Eş’ariyye, hatta Cebriyye ekolünün kalıplarıyla düşünen insanlarla doludur.
Eş’ariliğin tasvir ettiği “Hikmetinden sual olunmayan” Kadir-i mutlak, alim-i mutlak ve mürid-i mutlak (Kaderci) Sünni tasavvur artık kitleleri tatmin etmiyor.
Evrensel kurtuluşu işaret eden iki belirleyici koşul: 1-Samimi (hasbi) olmak. 2-Eleştirel (muhasibi) olmak.
*
28 AB üyesi ülke;
3 Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ülkesi (İsviçre, İzlanda ve Norveç),
5 aday ülke (Türkiye, Kuzey Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Arnavutluk)
1 potansiyel aday ülke (Bosna-Hersek) kapsandı.
*
Şehirlerin küresel olarak birbirine bağlı bir ekonomide rekabet etme ve kent sakinlerinin refahını sürdürülebilir bir şekilde sağlayabilme ihtiyacının ülkeleri ve şehirleri yeni teknoloji ve yenilikçi yaklaşımları değerlendirmeye yönlendirdiğini, bu durumun şehir çözümlerinin bütüncül ve sistematik olarak ele alınması ihtiyacını ortaya çıkardığını vurguladı.
Çevre, ulaşım, enerji, sağlık, altyapı ve insan gibi şehirlerin tüm unsurlarının ilişkilerini her açıdan incelenerek, kentsel hizmetlerin bu unsurlara olan yansımalarında bilgiden faydalanılması ve hizmet sunum yöntemlerinin bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğine işaret eden Erdoğan, şunları kaydetti:
“Bu kapsamda akıllı şehir yaklaşımı şehirlerin yaşanabilirliğini ve sürdürülebilirliğini sağlayan, sosyal yaşamı geliştiren, insan hayatına değer katan ve maksimum enerji etkinliği sağlayan çözümler üretmektedir. Şehirlerimizde hizmet kalitesi ve verimliliğin artması ile bugünün sorunlarına çareler üretilirken, gelecekte muhtemel sorunlar oluşmadan gerekli önlemlerin alınması ve planlamanın bu doğrultuda yapılması sağlanmalıdır.”
Şehirlerin geleceğinin şekillendirilmesi için yapılacak öngörülerin insan odaklı, doğal hayata ve tarihi mirasa saygılı bir şekilde, teknolojiden azami ölçüde faydalanarak, toplumun refahını temin etmek mecburiyetinde olduğunu unutmamak gerekir.
*
“Yüksek katma değer ancak yetişmiş insan gücüyle olur. Türkiye’nin şu anda 25 yaş üstü nüfusunun almış olduğu eğitim ortalama 6,5 yıl… Böylesine ortalama bir eğitim yapısıyla Türkiye’nin üretebileceği katma değer, Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü sınırlıdır. Bunun ötesine geçmemiz ancak daha iyi eğitilmiş bir nüfusla olabilir.” (27 Temmuz 2012)
“Kredi hacmi aşırı büyüdü… Önce kazanalım, sonra harcayalım. Çünkü hakketmediği refahı yaşamaya çalışan ülkelerin başına er ya da geç kötü şeyler geliyor. Avrupa’da bunların örneği çok’’. (Yunanistan gibi.)
*
(2019’da kaybettiklerimiz.)
Türkiye’de 2019 Dede Korkut’un kayıp nüshasının bulunduğu aynı zamanda fikir dünyasından Kemal Karpat, Nuri Pakdil sinema dünyasında Ayşen Gruda, Yıldız Kenter, Tunç Başaran gibi sevilen isimlerin yaşamını yitirdiği bir yıl olarak tarihe geçti.
Bu yıl Türk tiyatrosunun usta ismi Yıldız Kenter, usta tiyatrocu Gülriz Sururi, Yeşilçam filmlerinin unutulmaz oyuncusu ‘Domates Güzeli’ Ayşen Gruda, Yeşilçam’ın 70 yılda 128 filmde oynayan usta oyuncusu Eşref Kolçak, sinema perdesinin ‘vefakar arkadaş’ rollerinin aranan oyuncusu Süleyman Turan, Aytaç Arman gibi duayen sanatçılar aramızdan ayrıldı. ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filminin yönetmeni Tunç Başaran’ın vefatı ise sinema dünyasında bir devrin sonu demekti
Müzik dünyasında özgün tarzıyla dikkatleri çeken ve ‘ülkücü camia’nın önde gelen sanatçılarından biri olan Ozan Arif’in vefatı sevenlerini üzüntüye boğdu. Arabesk müziğinin ünlü ismi Dilber Ay ise Nisan sonunda geçirdiği kalp krizi sonucu 63 yaşında hayatını kaybetti. Sanatçı çok sayıda albüm çıkarmış, ‘Zorunda mıyım?’ şarkısı ile arabeske damgasını vurmuştu.
Geçtiğimiz yıl Şubat’ta Türk tarih profesörü Prof. Dr. Kemal Karpat’ı, Temmuz’da yazar Mehmet Şevket Eygi’yi, Ağustos’ta yine önemli bir tarihçi, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı A. Haluk Dursun’u, yazar Emin Işık’ı ve Şule Yüksel Şenler’i ebediyete uğurladık. Düşünce dünyamız Ekim ayında ise mütefekkir ve yazar ‘Kudüs Şairi’ olarak anılan Nuri Pakdil’i dualarla son yolculuğuna uğurladı.
Türk resminin öncülerinden Osman Hamdi Bey’in Ağustos-Eylül 2019’da üç ayrı tablosu satış rekorları kırdı. Hamdi Bey’in Avrupa’da gerçekleşen müzayedelerde ‘İstanbul Hanımefendisi’ adlı eseri 1 milyon 770 bin 300 euroya, ‘Yeşil Cami’de Kur’an Dersi’ tablosu ise 4 milyon 640 bin sterline, ‘Kur’an Okuyan Kız’ tablosu ise 44 milyona satılarak üst üste rekor kırdı.
İlk olarak KARAR gazetesinin Peter Handke’nin Miloseviç’in cenazesinde çekilmiş fotoğrafı ve kitaplarındaki soykırım yanlısı ifadeleriyle manşete taşıdığımız Nobel Edebiyat 2019 ödülü ne yazık ki Sırpların Boşnaklara soykırım uygulamasını ‘medyanın abartması’ sözleriyle savunan Peter Handke’ye verildi.
Müzik dünyasının en prestijli ödüllerinden Grammy’de adaylar açıklandı. Türkiye’den Altın Gün grubu, 62. Grammy Ödülleri’ne ‘Gece’ adlı albümüyle En İyi Dünya Müziği Albümü kategorisinde aday gösterildi.
Avatar filmi 10 yıllık tüm zamanların en yüksek gişe hasılatı rekoru tahtını ‘Avengers: Endgame’e kaptırdı. Avatar’ın yönetmeni James Cameron önce yeni iyi bir film yapılması durumundan memnuniyet duyduklarını söyledi daha sonra ise ‘Avatar yeniden vizyona girse Avengers: Endgame’i tahtından eder’ açıklaması yaparak tahta yine gözü olduğunu ortaya koydu.
Usta oyuncu Haluk Bilginer 47. Uluslararası Emmy Ödülleri’nde Şahsiyet dizisindeki rolüyle ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülü aldı. Ödül hakkında konuşan Bilginer “Kendimden çok bu ödül Türkiye’ye gittiği için çok mutluyum” sözleriyle hayranlarının kalbinde bir kez daha taht kurdu. Bilginer, Türkiye’nin bu yılki gururu oldu.
*
Asrı Saadet’te, zamanın ruhunu okuyan/farkeden, bazı Bedeviler, Resulullah’a koştular, geldiler. Biz de Müslümansız diyerek, devlet hazinesinden pay talep ettiler. Kur’an onların bu durumunu (sahte Müslümanlığını) şöyle deşifre eder:
“Bedevîler (geldiler) “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi.” (Hucurat, 49/14)
Zamanımızda da özellikle son on beş yıl içinde; dinle, diyanetle hiç ilgisi olmayan bazı kesimlerin, zamanın ruhuna bakarak, menfaatlerini kaybetmemek veya daha da fazla kazanmak yada rant devşirmek adına sahte Müslümanlıkla işlerini yürüttükleri ifade edilmektedir.
İslami değerlerde bir hiyerarşi vardır.
Önce vasıta/sebep değerler; namaz, oruç, zekat, hac vb. ibadetlerdir.
Sonra da gaye/hedef değerler; hak-hukuk, haram-helal, doğruluk-dürüstlük, ahde vefa; yalan, iftira ve zulüm vb. ahlaki değerlerdir. Bunlara güzel ahlak denir.
“Kitap’tan sana vahyolunanı oku; namaz kıl; muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan (ahlaksızlıktan) alıkor; Allah’ı anmak en büyük şeydir! Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut,29/45).
Bu ayet ve hadisde (Kitap/Sünnet), İslami değerlerin, nihai hedefi ve gayesinin güzel ahlak olduğu anlaşılmaktadır.
Bu son döneme zamanın ruhu açıdan bakıldığında; haram-helal, haklı-haksız demeden daha çok kazanmak, daha çok mal, daha çok servet elde etmek isteyen kimi müslümanlar;
İslami değerleri sadece, vasıta değerler (Namaz, Oruç, zekat, hac kurban vb.) olarak algılayıp, gaye değerleri/ahlaki değerleri görmezlikten gelmektedirler.
İslamı, sadece ibadetler dini olarak algılayarak, İslam ahlakını gündeme getirmekten imtina etmektedirler. Hatta ahlaki konuları konuşmaktan yazmaktan rahatsız olmaktadırlar. Dolayısı ile ahlaksız bir dindarlık anlayışı geliştiği görülmektedir.
Hem alkol alıp, hem zina eden, kumar, haram-helal demeden para-mal iktisabı yapan, hiç utanmadan, vicdanı sızlamadan, yalan-dolan, iftira atan, hak hukuk tanımayan bir anlayış ile insanlara, hayvanlara zulüm işkence yapan;
Ancak ibadetlerini de ihmal etmeyen, arada bir hac ve umre yapıp günahlarından temizlendiğini farz ederek yaşanılan bir dindarlık; ahlaksız dindarlıktır.
Prof. Dr. Mehmet Görmez hoca bu konuda neler söylüyor!
“Gece kalkacaksın teheccüt kılacaksın, ertesi gün de, bundan cesaret alarak daha büyük kötülükler yapacaksın!
Yahut kötülük yapacaksın, zulmedeceksin, kalp kıracaksın, haksızlık yapacaksın, yalan söyleyeceksin, iftira edeceksin sonra da gidip Kabe’de bir umrede bütün günahları sıfırlayacaksın!
Bu aldatıcı dindarlık, sahte dindarlık, ahlaksız dindarlıktır.
İbadetini yapıyor ama haram yiyor, kötülük yapıyor. Bir insan hem ibadetini yapıp hem ahlaksızlık yapabilir mi? Evet yapabiliyor. Bir adam ibadetlerini terk etmiş ama hayatta hep doğru söylüyor. Böyle insanlar da var”
*
Gazeteler neden kapanıyor?
- Dijital devrim yaşandığını kavrayamadılar
- Teknik ve zihinsel dönüşüm yapamadılar
- Editöryal bağımsızlıklarını kaybettiler
- Çok fazla politize oldular
- Habercilik yarışından çekildiler
- Liyakat ve ehliyete önem vermediler
*
“Tüketim toplumu sadece gıda tüketmez, mal israfı yapmaz. Tüketim, fikir ve önerilerin de tüketildiği çok vahim bir hastalıktır.” Bu sebeple televizyonda yapılan tartışma programlarını, yorumları, analiz ve gazetelerde yazılan köşe yazılarını bir an için şöyle bir kulak arkası edelim
*
Yaşadığımız coğrafyanın Öcü’sü İran’dır. Yani İran, silah şirketlerinin Arap ülkeline silah satışlarının en büyük bahanesidir. Diğer Arap ülkelerinin dolarla, İsrail’in karşılıksız aldığı silahlardan bahsediyorum. Öcü olmazsa silaha ne gerek var, öyle değil mi?
Kasım Süleymani’nin öldürüleceğini İran lideri Hasan Ruhani biliyor muydu?. Hasan Ruhani, CIA ve MOSSAD işbirliği ile İran’a lider yapılmıştır. Bunu ben değil belgeler söylüyor. Vakti zamanında Hasan Ruhani, Paris’te bir otel odasında bu ajanlara Humeyni’nin devrilmesi için yalvarmıştır.
İran, yakın tarihinde yalnızca bir kez bir lider tarafından İran halkının menfaatleri lehinde yaklaşık iki yıl idare edilmeye çalışıldı. 1951-1953 vatansever Muhammed Musaddık’tan sonra İran’ın başına gelmiş bütün liderler Batı ve İsrail’in isteğine, emellerine hizmet etmişlerdir. Zaten bu şartla İran’a lider yapılmışlardır. Bazı projelerde başarıya ulaşmak için kavga, küfür, düşmanlık yapmak belirleyici bir rol olabiliyor. Bunun yeryüzündeki en belirgin proje örneği İran/İsrail (ABD) didişmesidir.
*
Ekolojik dengeyi bozunca; iklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, temiz su kaynaklarının kirletilmesi, GDO vd.
Virüslerin yaşam dünyası hayvanlar alemi olduğu halde; onların insanlığa bulaşması, insanların aracılığı ile oluyor. (Dabbetü’l arz da öyle değil mi?)
Tabiat denilen ekosistemden, insanlığın inşa ettiği teknoloji evine (tekno-city) taşındık. Bu yeni evin ekonomik sistemi; Kapitalizm. Siyasal sistemi; ulus-devlet. Hedef; sekülerizm. Araç; sınırsız üretim, sınırsız tüketim. Amaç hedonizm-hazcılık. Eğitim aracı, pozitivizm. Postmodernizm; nihilizmdir. (Başınıza gelenler, ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. Ayet) Çare; tövbe edip, fıtrata dönmektir.
*
“Devlet Aklı” denilen şey nedir, bu henüz Türkiye’de tartışmalı ve kurumsallaşmamış bir konu.
Zamana ve uluslararası konjonktüre göre değişen bir “Devlet Aklı” var. Kimin aklı Devlet Aklı? Erdoğan’ın mı, Bahçeli’nin mi, Perinçek’in mi? Mustafa Kemal’in mi? Tek Parti rejiminin mi?
Bir de Menderes var, Özal var, Demirel var.
Bu mesele Türkiye’de yerli yerine oturmuş değil ve “kurumsal bir devlet aklı” henüz yok.
İktidara gelen eğilim, “devlet aklını” nasıl işine uygun ise öyle şekillendiriyor.
Kurumsal yapıları güçlü ülkelerde, gelenekleri oturmuş ülkelerde bir “devlet aklından bahsetmek” mümkün. Bu henüz “genç T.C. için” oluşmamış veya değişken.
NEVZAT ÜLGER
TARİHİN SONUNDAN SONRA
TARİHİN SONUNDAN SONRA
Dünya Düzeni, Çok Kutupluluk ve Türkiye
Varşova Paktı’nın ve SSCB’nin dağılmasından sonra Batı’nın dünya egemenliğine yaklaştığı tek kutuplu bir dünya ortaya çıkmıştır. Bu da küreselleşmenin bir dünya ideolojisine dönüşmesinin başlangıcı olmuştur. Fukuyama, “Tarihin Sonu” teziyle, Batı’nın diğer ülkeler üzerindeki kati zaferini ilan etmiştir. Gerçek hâkimiyet, ABD ve müttefiklerinin tekeline girmiştir. Soğuk Savaş sonrasında kurulan düzen, bir merkezi küresel iktidar, bir de çevredeki diğer tüm ülkeler olmak üzere tek kutuplu bir dünya olarak tasarlanmıştı. “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bu düzen Doğu blokunun tasfiyesinin tamamlandığı 1991 yılında ABD Başkanı W. Bush tarafından o ünlü nutkuyla dünyaya deklare edilmişti. Bush söz konusu konuşmasında özet olarak,
“Siz ey tüm insanlık, gözünüz aydın olsun, artık hepimiz tek bir “dünya toplumu”yuz. Sistemimizin adı liberalizmdir. Bunun üç sacayağı vardır, bunlar:
–siyasi yapılarda demokrasi,
-sosyal hayatta insan hakları,
-ekonomide serbest piyasa.
Artık bundan sonra mutlu bir yaşam için herkes bu ilkelere uyacaktır. Uymada zorlananlara hep birlikte yardım edeceğiz.”
Bu gelinen nokta aynı zamanda tarihin sonuydu. İnsanlık tarihi değişik aşamalardan geçerek hep bir hedefe doğru koşturmuştu ki bu hedef liberalizmdi. Artık kimse bundan farklı yeni bir sistem beklentisinde olmamalıydı.
Avrupa nasyonal sosyalizmi yaşadı. Rusya ve Çin enternasyonal sosyalizmi yaşadı. Her ikisi de sosyalizmin başarısızlığını gördü. Bununla beraber her iki tarafta da kapitalizm benimsenmedi. Yeni düzen aramaktadırlar.
Aslında ‘büyük yenidünya düzeni’ ölü doğmuştu. Öngördüklerinden hiçbiri gerçekleşmedi. ABD’nin, dünyanın büyük kısmını fiili ve potansiyel savaş alanlarına çevirmesinde de görüldüğü üzere dünya, liberalizm söylemi ile asla bağdaştırılamayacak gelişmeler yaşadı. Şimdilerde tek kutuplu yapı etkinliğini yitirmekte, artık kutupların ortadan kalktığı bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır. Farklı güç merkezleri oluşmaktadır. Çok kutupluluk ve onun beraberinde getirdiği jeopolitik anlayış, 21. yüzyıl stratejik düşüncesinin asıl meselesidir. Söz konusu olan çok kutupluluk, hâlen oluşum aşamasında olup, belirli bir istikamette ilerleyen, ancak henüz tamamlanmamış bir tasavvurdur.
Mevcut dünya düzeninin temsilcisi olan ABD ve yedek parçası olan AB ve dünyanın değişik ülkelerindeki yandaş kesimler ciddi tökezlemeler yaşamaktadırlar. Mesela ABD hâlen birçok Ortadoğu ülkesiyle oldukça güçlü ilişkilere sahiptir. Ancak Ortadoğu’nun önemi göz önünde bulundurulduğunda, bölgedeki güç dengesinde kayda değer gelişmeler olduğu açıktır, dolayısıyla bu durumun küresel ölçekte ABD aleyhine sonuçlarının olduğunu/olacağını ve küresel sistemin her geçen gün daha da belirgin bir biçimde çok kutuplu bir dünyaya evrildiğini söylemek mümkündür. Dünya düzeninin yapısını ve tabiatını değiştiren daha derindeki gelişmeler sürecinde engeller kadar fırsatlar da bulunmaktadır.
Mevcut durum karşısında Türkiye tarihsel misyonunu üstlenmek, gerektiği yerde herkesle iş birliği yapmanın yanında bağımsız bir özne olmak zorundadır. Bu tür büyük gelişmeler olmadan önce Türkiye’deki aydınlar ve kanaat üretenlerin de bu konuda ikna edilmesi gerekeceği açıktır. Zira bu konuda Türkiye’nin önündeki en önemli engellerden birisi aydınlarının, dar bir mantığın kıskacında mahsur kalmış, dolayısıyla derin bir aşağılık kompleksi içinde olmalarıdır. Bununla birlikte hamleler yapan Türkiye, Soğuk Savaş ile iki kutuplu dünyanın müesses nizamının bir parçası olan NATO’nın üyesi ve Batı’nın stratejik yapısının bir parçası olarak kalmaya devam etmektedir.
Yetmişinci yıldönümünü kutlayan NATO başlangıçta Sovyet yayılmacılığına karşı Atlantik’in iki yakasını korumak amacıyla kurulmasına rağmen, Sovyetler dağıldıktan sonra da varlığını devam ettirmiş ve kendisine yeni bir düşman belirlemiştir. Bu düşman hiç şüphesiz İslâmî hareketlerdir!
Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, hatta daha etkili bir biçimde 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ortaya çıkan jeopolitik eğilimler ‘liberal demokrasilerin insanlık tarihinin nihai noktası olduğuna dair iddianın özellikle İslâm dünyasını yakından ilgilendirdiği açık. Çünkü bu iddia İslâm’ın 21. yüzyıla söz söyleyemeyeceği veya alternatif olamayacağı anlamına geliyordu.
Müslümanlara önerilen, kamusal iddialarından uzaklaşmış ve sadece mistik bir tecrübe veya manevi bir tatmin vasıtası olarak kodlanmış bir din dilini benimsemeleridir. Günümüzün siyasi gerçekleri, özellikle Türkiye’nin geleceği açısından küresel ufukta bir dizi yeni kararlar almaya işaret ediyor. İşte tam bu noktada Türkiye, küresel liberal ideoloji ile İslâmî değerleri arasındaki ihtilafı/çatışmayı her geçen gün daha derinden hissetmektedir.
Bugün gelinen noktada şu soru gündeme alınmalıdır: Türkiye’nin, şekillenmekte olan çok kutuplu dünyadaki yeri neresi olmalıdır? Uluslararası ilişkilere ve dünya düzenini etkileyen genel eğilimlere yakından bakıldığında Türkiye artık küresel iktidara itaat etme zorunluluğunu kırıp şartları gözeterek meseleleriyle ilgili kararları kendisi vermeye, bağımsız bir ülke olmaya çalışmaktadır. Artık ne Washington ne de Brüksel Türkiye’nin “çantada keklik” olduğunu düşünebilir ki, bu da Ankara’ya dış politikada yaratıcı faaliyetlerde bulunma konusunda daha geniş bir siyasi alan sağlamaktadır. Böylesi bir mücadeleden sonra en iyisini ümit etmek mümkün olacaktır. Süreç içinde bu durum, Türkiye’nin bölgesel ve küresel itibarını yükseltecektir.
*
Büyük Hanefî imamı Ebû Hanîfe 1250 sene önce şöyle demişti: “Allah’tan gelenin başımızın üstünde yeri var. Resûlullah’tan geleni dinleriz ve itaat ederiz. Sahâbe’den gelen görüşlerden seçim yaparız ve onlardan şaşmayız. Tabiîn’den (ikinci nesilden) aktarılanlara gelince, onlar âlimse biz de âlimiz.” Ama İmam’ın bu özgürlükçü duruşu kendisinden sonra fazla sürmedi.
*
NATO’daki askeri güç sıralaması:
ABD
Fransa
İngiltere
- Türkiye
Toplam nüfus: 81,257,239 – 82 milyon oldu.
Mevcut insan gücü: 41,847,478
Toplam askeri personel: 735,000
Aktif personel: 355,000
Toplam hava gücü: 1,067, Savaş tankları: 3,200, Zırhlı Savaş Aracı: 9,500, Toplam deniz varlıkları: 194, Savunma bütçesi: 8,6 milyar dolar
NEVZAT ÜLGER
GÜLÜ İNCİTME
GÜLÜ İNCİTME
Çiçeklerle hoş geçin, / Balı incitme gönül,
Bir küçük meyve için / Dalı incitme gönül.
Mevla verince azma, / Geri alınca kızma,
Tüten ocağı bozma, / Külü incitme gönül.
Konuşmak bize mahsus, / Olsa da bir güzel süs,
Ya hayır de, yahut sus, / Dili incitme gönül.
Karışma hikmetine, / Dokunur gayretine,
Sahibi hürmetine, / Kulu incitme gönül.
Başın olsa da yüksek, / Gözün enginde gerek,
Kibirle yürüyerek, / Yolu incitme gönül.
Sevmekten geri kalma, /Yapan ol, yıkan olma,
Sevene diken olma, / Gülü incitme gönül.
Bestami Yazgan
*
Türkiye’de de kardeş kavgasının tarafı haline getirdiği “solcu ve sağcı gençlerin hazin hatıraları kaldı”. Amerikan ve Rus emperyalizmi, körpecik Türk gençlerini toprağa gönderdi yıllarca. İdeolojinin güzel ve topluma yararlı prensiplerine değil, “Rus’a hayran olan” ve bu hayranlığını hala sürdüren “Rus’un yeni emperyal fikirlerinin dayanağı ”Avrasyacılığı, dünyanın bilmem kaçıncı harikası bir strateji zanneden ve buradan da büyük Türkiye çıkacağını tasavvur eden bir diğer grup “Avrasyacı-Russever-Güya Türkçü” kaldı geride.
2’inci Dünya savaşı sonrası yenilen Faşistlerin Avrupa’da oluşturduğu boşluk, Rus emperyalizminin 1948’deki Avrupa yayılmasının zeminini yarattı. Bu hızlı Rus yayılmacılığı batıyı ürküttü ve Avrupa’nın işgalden korunması maksadıyla, 1949 yılında NATO kuruldu. Amerikan-Avrupa askeri ittifakı. Ruslar da karşılık olarak, 1955’de Varşova Paktı’nı kurdu.
ABD’nin 1980’lerde uyguladığı; “dünya petrol fiyatlarını düşük tutma stratejisi” ve SSCB’ye uyguladığı “ekonomik abluka” 10 yıl içinde netice verdi ve SSCB 1991 yılında “çöktü”. (Gorbaçov’un oyunu bozma hareketini nasıl yorumlayacağız?)
SSCB’nin Avrupa’da işgal ettiği-kontrolü altına aldığı ülkeler ilk önce “kurtuldu” ondan.
1991 sonrası gelen bağımsızlık hareketleri ile Kafkaslar ve Orta Asya ülkeleri ayrıldılar.
Emperyalist Ruslar; çözülmenin geçici olduğunu ve tekrar geleceklerini hesaplamışlardı. Ve bunun için bir dizi tedbirler almışlardı:- Geride kriz-çatışma alanları, Azerbaycan-Ermenistan gibi alanlar bıraktılar ve bunları sürekli canlı tutmayı planladılar.
Rus’un nöbete diktiği diktatörler; halkları acımasızca yönettiler. Özgürlük ve demokrasinin zerresini layık görmediler, zavallı halklara. Demokrasi için Asya’da mücadele veren yegane ülke Gürcistan, onun dışında “yaşasın diktatörler” vaziyeti. Elçibey’in iktidarda tutulamaması gibi.
Azerbaycan Dışişleri bakanlığı; “Azerbaycan ile Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) ülkeleri arasında yakın askeri-siyasi ve askeri-teknik işbirliği kuruldu”, açıklamasında bulundu.
Azerbaycan’ın bu açıklaması çok dikkat çekici. Türkiye’nin Azerbaycan’a yıllardır süren NATO konseptine göre askeri reorganizasyon desteğine rağmen, hiçbir gelişme elde edilemediğine işaret etmekte. “Tek millet iki devlet” sözlerinin altının ne kadar boş olduğunu görmek için her halde “uyanmak-uyanık olmak” gerekli.
Rusya Federasyonu-Kazakistan-Beyaz Rusya Gümrük Birliği kurulması da Putin’in genişletmeye çalıştığı önemli diğer bir organizasyon. Bu henüz yaşamdan bir adım ötede bir yapılanma, Şangay cazibesi ile gelişmeye meyilli.
Putin ve Ruslar, küresel ölçekte, yeni bir imparatorluk kuramazlar. Onlara kapılanlar da yarı yolda kalır. Bu millet de boşuna zaman kaybeder.
Küresel imparatorluk kurmak öyle S-400 satmakla olacak iş değil. Putin’in savunma bütçesi yaklaşık 60 milyar dolar, Amerika’nın savunma bütçesi ise yaklaşık 700 milyar dolar
NEVZAT ÜLGER
ENİS-İ DİL
ENİS-İ DİL
Yazar Nevzat ÜLGER’e ithaftır.
Dilinde has bir lisan, nabzında ebedi bir aşk
Muhabbet-i ihvanı satır satır işler kitaplara
*
Atar dünya mülkünü sohbet kalır kesede
Çay bahane olur, şeker tadı siner kitaplara
*
Nam-ı nişanı kalmasa da bu faslı bahardan,
Açar vefa gülleri sonbaharda girer kitaplara
*
Şu iki kapak arasına sıkışıp duran bu hayat
İlmi ledün bahsinde bir gün geçer kitaplara
*
Beden kafestir bu can meyli ibtisam eyler
Sükut eyler dağ-ı dil, şifa şerhi düşer kitaplara.
25.12.2019..İlhami Bulut
…) Nevzat ÜLGER çok müstesna bir yazar ve dost ismidir. Elazığlı olan bu yazarımız, 8 adet çok kapsamlı kitaba vücut vermiştir.
..) 2013 yılından beri dost sohbetlerimizde yegane konu okuyup, yazmak olmuştur.
..) Bir gün bir an dahi bir dost aleyhine bir söz etmesi asla vaki olmamış, bütün zamanı kitaplarla iştigal etmekle geçmiştir.
..) Alicenap ve bu münevver isim Nevzat ÜLGER şehrimiz, ülkemiz, insanlık için çok yararlı bir yazardır.
..) Bir ilçe kütüphanesinden daha büyük kütüphanesinde sınırsız istifadeler söz konusu olmaktadır.
..) Yazar Nevzat ÜLGER, şu sıralar inşallah şifa bulacağı bir ilaç alma sürecini bitirmeye çok kalmamıştır.
..) Bu değerlerin kıymeti bizlere zimmetlidir.
..) Nevzat ÜLGER’i her gördüğümde kitabı, bir kitap gördüğümde de Nevzat ÜLGER’i hatırlamışımdır.
Sağlık, sıhhat, muhabbet ve hürmetlerimle..
İlhami Bulut
NEVZAT ÜLGER