ELAZIĞ BELEDİYESİ 3. KİTAP FUARI
ELAZIĞ BELEDİYESİ 3. KİTAP FUARI
Elazığ Belediyesi organizatörlüğünde, 3.Kitap Fuarı 26 Ekim-3 Kasım 2019 tarihlerinde okuyucularıyla buluşmak için açıldı.
Belediye Başkanı Şahin Şerifoğullar fuarın açılışında yaptığı konuşmada: “8 günde 100 binden fazla ziyaretçi bekliyoruz. 70’i ulusal yayın evi aynı zamanda çok sayıda ulusal ve yerli yazarlarımızın 8 gün boyunca burada gençlerimizle ve hemşerilerimizle bir araya getirme fırsatını yakalayabileceğimiz bir kitap fuarıdır. Bu yıl 3’ncüsünü düzenliyoruz. Çok daha geniş ve katılımlı bir fuar oldu. İlimiz her zaman ifade ettiğimiz gibi bir sanat, kültür ve musiki şehridir. 4 bin yıllık tarihi olan 13 medeniyete ev sahipliği yapmış kadim bir şehirdir. Bu kadim şehirde kitap fuarını gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz. İnşallah bundan sonraki süreçte de çok daha güzellerini ilimize ve bölgemize kazandıracağız. Kitapla, yazarla ve okuyucuyla buluşmanın adıdır kitap fuarı. Bu birlikteliği yakalayabildiğimiz için kendimizi mutlu hissediyoruz. Özellikle okullarımızla ve ilçelerimizdeki okullarımızı buraya taşıma noktasında merkez belediye olarak bizler taşıma işlemini gerçekleştireceğiz. İlçelerimiz ve beldelerimizdeki belediye başkanlarımızla ve kaymakamlarımızla görüşerek gençlerimizi kitap fuarındaki havayı teneffüs etmeleri için irtibata geçiyoruz. Buraya ne kadar genç ve yeni nesil taşıyabilirsek bu medeniyetimizi ileriye taşımayı elde ederiz. İnşallah beklediğimiz rakama ulaşırız” dedi.
Okumanın ve yazmanın kıymetini en iyi bilen medeniyetin evlatları olduklarını dile getiren Vali Çetin Oktay Kaldırım, “Okumanın üzerinde ne kadar durursak, vurgu yaparsak ve özendirirsek o kadar doğru olacaktır. Dünyanın en büyük şairleri ve yazarları bu topraklardan çıkmıştır”dedi.
Okumanın öneminde değinen Milletvekili Metin Bulut ise, “İnsanlık tarihi kurulduğundan bugüne kadar en kadim ve aynı zamanda en saygın eylemlerinden bir tanesi okuma eylemidir. İnsanoğlu doğduğunda boş bir hard disk gibidir. Daha sonra büyüdükçe hard diski dolduran bir canlıdan ibarettir. Bu doldurma işlemi de okumayla olacak bir iştir” diye konuştu.
3’ncü kitap fuarının hayırlı olmasını temenni eden Fırat Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr. Kutbeddin Demirdağ da, “Biz ‘bana bir harf öğretenin kölesi olurum’ diyen bir medeniyetin insanlarıyız. Bizim medeniyetimiz orta Asya’dan başlayarak Balkanların en uçtaki kesimlerine kadar giderken yaptığı kültür medeniyeti ile bugün hala en doğal haliyle canlılığını korumaktadır” ifadelerini kullandı.
Elazığ Belediyesi tarafından düzenlenen 3. Kitap Fuarı, valilik önünde kurulan 2 bin 400 metrekarelik kapalı alanda düzenlenen açılış programıyla kapılarını okuyuculara açtı. Fuarda, 70’i ulusal yayın evi olmak üzere çok sayıda stand kuruldu. Birçok yazarın da 8 gün boyunca imza günü düzenleyeceği, birçok yazarın söyleşi yapacağı kitap fuarına ilk günden itibaren ziyaretçiler akın etti.
Söyleşi yapan her yazarımız konuşması boyunca okumanın faydalarından ve getirilerinden bahsediyor.
Gerçi hemşehrimiz rahmetli gönül adamı Fethi Gemuhluoğlu’na “niçin yazmıyorsun” diye sordukları zaman o; “Allah oku emrini veriyor ama yaz emri yok” diye içeriği dolu bir cevap veriyordu. Allah rahmet etsin.
Bendeniz de 30 Ekim 2019 günü saat 15.00’de yapacağım konuşmada okumanın öneminden bahsedeceğim. Ayrıca toplumun okuması için neler gerektiği konularını anlatacağım. Keza son yirmi yılda yayımladığım yedi kitabımın nasıl meydana geldiği ile ilgili konuşacağım. Bu arada benim bir de tezim var: Yazarlar okunacak şeyler yazarlarsa okuyanı bol olur. Günümüzde hala 60-70 yıl önce vefat etmiş şair ve yazarların kitapları okunmaya ve konuşulmaya devam ediyorsa, biraz düşünmek gerekir zannederim.
Ben şahsen ağırlıklı olarak beş konu üzerinde fazla okurum: Edebiyat, din, ekonomi, tarih ve düşünce tarihi. Elbette ilgimi çeken her yeni yayınları da alır ve okurum. Popüler kültürü asla atlamam. Hatta bir ara okuduğum kitaplarla ilgili olarak gazeteye yazılar da yazardım. Yine yapıyorum ama sosyal medyanın yazılı basını geçtiğini söylersem ne sakıncası var acaba? O yüzden de, olumsuz yönleri de olmasına rağmen sosyal medyayı daha fazla kullanmaya başladığımı söyleyebilirim.
Tabi olaylara bakmak için her şeyden önce sabit bir mekanınızın olması gerekir. Ben buna vatan/Türkiye diyorum. Türkiye bizim için pergel metaforundaki sabit ayak yerimizdir. Evrensel şeyler de söylesek yine de sabit ayağımızın bulunduğu mekanı unutmayacağız. Adam 40 yıldır Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’da ama gönül ayaklarından biri hala Türkiye’de.
Konumuz aslında kitap fuarıydı ama çok konuları çağrıştırdı. Belli ki bereketi bol bir fuar olacak. “Elazığ Belediyesi 3. Kitap Fuarı” dolayısı ile Belediye Başkanı Şahin Şerifoğulları’nı ve diğer emeği geçenleri kutluyorum.
NEVZAT ÜLGER
GECİKMİŞ BİR İTİRAF AMA OLSUN
GECİKMİŞ BİR İTİRAF AMA OLSUN
Haberkent gazetesinde geçen hafta yazdığım son üç yazımda “1908-2019 Döneminde Ekonomi ve Siyaset” konusunu satırbaşları ile belirtmiştim. İşin tam da burasında CHP Genel Başkanının itiraf gibi cümleleri geldi kamuoyunun önüne. Bu itirafların geç geldiği bir vakıa ama unutmayalım ki; itiraf ve itirazı olmayan toplumlarda da düzelmelerin olması oldukça zordur.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Bizim de çok kabahatimiz, kusurumuz var. Bir başörtüsünü Türkiye’nin en temel meselesi haline getirdik. O kız çocuğumuz üniversiteye gidiyor mu, imkan sağlıyor muyuz; derdin o olmalı. Çocuklarımız okumalı, bilimi öğrenmeli ve hayatı sorgulamalı” dedi.
Ana muhalefet partisinin genel başkanı bu itirafta bulunurken, aynı kulvarda koşan birçok insanın da bu itiraflardan rahatsız olduğunu fark edebiliyoruz. Çünkü aynı düşünce ekolünden gelen üniversite rektörlerinin başörtülü kız öğrencileri üniversitelerin kapılarından döndürdüklerini, bunu yaparken adeta biryerlere selam vermek için yaptıklarını toplum henüz unutmadı. Koca 28 Şubat darbesinin görünen en baş gündem maddesi bu değil miydi? Hatta bazı televizyon kanallarındaki eski tüfeklerin inanca dair hala ipe-sapa gelmez düşünce sarfettiklerini maalesef günümüzde de görebiliyoruz.
Türkiye demokrasi tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan 28 Şubat darbesine giden sürecin kapılarını açan başörtüsü meselesi konusunda CHP ilk kez hem de en üst perdeden özeleştiri yaptı. CHP lideri Kılıçdaroğlu CHP’nin Türkiye’de çok kusuru ve kabahati olduğunu belirterek şöyle konuştu: “Bizim de çok kabahatimiz, kusurumuz var. Var yani, gerçeği konuşalım. Bir başörtüsü meselesini Türkiye Cumhuriyeti´nin en temel meselesi haline getirdik. Sana ne kardeşim ya, kadın ister başörtüsü takar, ister takmaz. O kız çocuğumuz üniversiteye gidiyor mu, okuyor mu, imkanını sağlıyor muyuz? derdin o olmalı. Çocuklarımız okumalı, bilimi öğrenmeli ve hayatı sorgulamalı. ‘Neden Türkiye bu haldedir?’ demeli. Klasik siyasi anlayışın dışına çıkmamız lazım. Bunları aşmak zorundayız.”
Tarihten ders çıkarılırsa geleceğin daha sağlıklı ve güçlü inşa edilebileceğini vurgulayan Kılıçdaroğlu, şöyle devam etti: “Şu soru çok önemli; devasa bir Osmanlı İmparatorluğu niye battı, hangi gerekçeyle battı? Biz genç Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğumuzda okuma yazma oranımız kaçtı? Devasa bir Osmanlı İmparatorluğu acaba tüfek icat etti mi? Eğitimden ve bilimden biz ne zaman koptuk? Her şeyimizle övünelim ama eksiklerimizi de görelim. Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti kurduğunda ilk yaptığı işlerden birisi 1921 yılında Çocuk Esirgeme Kurumunu kurmak. Çünkü erkeklerin büyük bir kısmı savaş meydanlarında şehit olmuştur, binlerce çocuk babasızdır. Daha Cumhuriyeti kurmadan önce Çocuk Esirgeme Kurumunu kurar, çoğumuzun bundan haberi bile yoktur. Onun tarihini bilirsek, niçin kurulduğunu bilirsek geleceği daha güzel inşa ederiz.”
Genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kayseri’de uçak fabrikası, Eskişehir’de savaş uçağı fabrikası kurduğunu, memleketi demir ağlarla ördüğünü belirten Kılıçdaroğlu, bunların tamamının yok edildiğini ve çocuklara öğretilmediğini savundu.
Kılıçdaroğlu: “Türkiye, pamuk, et, canlı hayvan ithal ediyor. Bir devlet üretirse güçlüdür, üretirse hiç kimse onun yanına gelip de düşman olarak bakmaz. Eğer üretmezseniz, başkalarının ürettiğini tüketirseniz, Allah size yardımcı olsun. Üretmek lazım, kim üretiyorsa o güçlüdür. Osmanlı neden kaybetti? Bilgi üretmiyordu. Biz bütün bu gerçekleri çocuklarımıza anlatmıyoruz.”
Kılıçdaroğlu, “Alın teri dökeceğiz. ‘Bedavacılık’ diye bir şey yoktur. Bir toplumu bedavacılığa alıştırırsanız, toplumun geleceği karanlıktır. Bu şu demek değildir ki CHP’nin hiç kabahati, kusuru yoktur. Bizim de çok kabahatimiz, kusurumuz var. Bir başörtüsü meselesini Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel meselesi haline getirdik.”
Kılıçdaroğlu böylece hem bir otokritik yapıyor hem de toplumun önemli kabul ettiği konuların siyasiler tarafından, adeta yabancı bir ülkenin insanıymış gibi tenkit edilmesini ve bu konu üzerinden ülkede darbeye kalkışılmasını akıllıca ve rasyonel bir davranış olarak görmediğini ifade ediyor. Geç de olsa önemli bir itiraftır bu. İtirafı ve itirazı olmayan toplumların kalkınma ve gelişme şansları sınırlıdır.
NEVZAT ÜLGER
1908-2019 DÖNEMİNDE EKONOMİ VE SİYASET (3)
1908-2019 DÖNEMİNDE EKONOMİ VE SİYASET (3)
Türkiye, 1980 yılının başında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığına getirilen Turgut Özal vasıtasıyla “İthal İkameci” kalkınma modeli yerine “İhracata Dayalı” kalkınma modelini benimsemiş, bu politikaların devam ettirilmesi için darbeden sonra da Özal’a kısa sürecek olan Başbakan Yardımcılığı tevdi edilmiştir. 1983 yılında yapılan seçimlere parti kurarak katılan Turgut Özal, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde de ihracata dayalı kalkınma modeline devam etmiştir. Turgut Özal üç konuda yaptığı değişikliklerle Türkiye’nin hat değiştirmesine zemin hazırlamıştır: Siyasetin geniş halk kitlelerine yayılması, KOBİ’ler ve inşaat sektörü eliyle paranın Anadolu’ya transferi ile üniversite sayılarının artırılması yoluyla ilmin yalnız mütegallibe sınıfa ait olmadığının anlaşılması.
Turgut Özal’ın vefatından önce Başbakan, sonra da Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, 28 Şubat “post modern” darbesinin önemli aktörlerindendir. 28 Şubat darbesine bir iktidar savaşı olarak bakmakta hiçbir mahsur yoktur. Hatta Erbakan başbakan olunca, o dönemin siyasi aktörlerinden olan Hüsamettin Cindoruk; “İttihat ve Terakki ilk defa mağlup oldu” diye izahı zor bir cümle kullanmıştı. “2001 Bankacılık Krizi”in de iflas eden bankaların zarar kalemlerinin de altında önemli makamlara ait çokça “görev zararı olarak kaydedin” notu mevcuttu.
2002 yılında yapılan seçimler sonucunda AK Parti iktidara gelmiştir. AK Parti o dönemde toplumun karşısına çıkarak “toplumsal değişim” vaat etti. Seçimlerden sonra da vaatlerinin önemli bir kısmını gerçekleştirdi. Meslek liseleri ile genel liseler arasındaki eşitsizlikleri kaldırdı. Okullarda ve devlet dairelerinde başörtüsü serbest bırakıldı. Fert başına gelir 3.000 dolardan 10.000 dolara çıkarken, adil gelir dağılımı adına asgari ücret ilk defa % 30 artırıldı. Bütün hastaneler toplumun her kesimine serbest hale getirildi. İhracat 150 milyar doların üzerine çıkarken, dünyadaki 195 ülkenin hepsiyle de temas kuruldu. İHA’lar ve SİHA’larla yerli otomobil ve ordunun ihtiyaç duyduğu makine ve ekipmanlar üretildi. Ordunun ihtiyacı olan malzemenin üretimine yönelik sanayi gözle görülür hale gelirken, bütün bu düzenlemelerin durdurulması adına birkaç defa dış destekli darbe girişimleri yapıldı. Dar gelirlilere düşük ödemeli konut yapımı için TOKİ devreye alındı. KOBİ’ler ciddi anlamda desteklendi. Tablo uzun.
Milli Eğitim camiamız ve üniversitelerimiz 2019 yılına kadar yer yer ülkemiz ve insanımız için önemli dini, kültürel ve ilmi hizmetlerde bulunmuşlar ve değerli eserler ortaya koymuşlardır. Edebiyatta, sanatta, sporda, siyasette ve bilimde son derece önemli ve kalıcı eserler vermişlerdir.
Keza İmam Hatiplerin de gözle görülmeyen ama belki de en önemli hizmetleri memleketimize yeni fikirlerin gelmesine, yeni bakış açılarının doğmasına sebep olmalarını göstermek yerinde olur kanaatindeyim. Onlar sade vatandaştan, devletin en üst kademesindeki yetkililerine kadar herkesi dini, ilmi, milli, eğitim, sosyal, kültürel ve siyasi konulara yeni bir gözle bakabilmelerine, olayları ve gelişmeleri farklı bir bakış açısıyla değerlendirebilmelerine sebep olmuşlardır. Medeniyet oluşturmada dinin esas faktör olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Bütün bunların ardından 15 Temmuz 2016 tarihinde yapılan başarısız darbe girişimini de birkaç noktadan mercek altına almak gerekir. Öncelikle yapılan alt yapı düzenlemelerinin ardından “IMF ile borç-alacak ilişkimizi kesiyoruz” cümlesi Batı için sersemletici bir darbe oldu. Çünkü bizim ülkemiz için IMF esas itibari ile 1881 yılında kurulan “Düyunu Umumiye” teşkilatının bir devamıydı. Batı borç vererek faiz yoluyla sömüremediği ülkeleri sevmez. Kaldı ki; “Dünya beşten büyüktür” cümlesi de Batı’nın megalomanisine çok büyük zarar veriyordu. Tabi adeta bir tabu olan İsrail Cumhurbaşkanı’na Türkiye Başbakanının canlı yayında gizlenmesi mümkün olmayan hakereti de Batı için hazmedilemezdi. Nitekim Batı intikam almak ve tekrar kendi yörüngelerine oturtulması için, Türkiye’de dini refaranslı olduğu imajı toplumda kabul gören bir cemaat eliyle darbe girişiminde bulundu. 15 Temmuz darbesi ile 1908 darbesi diğer darbelerden farklı olarak rejim değişikliği adına değil, Batı adına ülkeyi parçalama hareketleri olarak tarihe geçtiler.
1974 yılında tohumu ekilip, 1976 yılında filizlendirilen PKK, 1984 yılında terör olaylarına canilik olarak başladı. Zaman içerisinde dünya devletleri, kendi başlarına da bela olur diye düşünmeden, kalkınan ve ve bölgesel güç haline gelen Türkiye’yi durdurmak için bu terör örgütüne her türlü desteği verdiler. Güney sınırlarımızda huzursuzluk çıkarmada ileri noktalara kadar gelen PKK (Suriye’de adı PYD)’ya kesin vuruş yapmak için 2018 yılında Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı Oğerasyonları ile 2019 yılında yapılan Barş Pınarı harekatları örgütün (PKK/PYD’nin) hem dünya üzerindeki itibarını sıfırladı hem de ülkemize olan tehditlerine son verdi.
Türk ordusunun liyakat ve becerisi bir kez daha dünyaya gösterilmiş oldu. Yaşadımız bölgede de, dünyada da güçlü orduların hak elde etmede çok önemli bir faktör olduğu unutulmamalıdır.
Bütün engellemelere rağmen bu ülke kalkınma ve gelişmesini tamamlayacaktır elbette. 2050 yılında dünyanın on ülkesinden birinin Türkiye olacağını tahmin etmek için gelişmelere ve dünyadaki değişmelere dikkatli bakmak yeterlidir.
NEVZAT ÜLGER
1908-2019 DÖNEMİNDE EKONOMİ VE SİYASET (2)
1908-2019 DÖNEMİNDE EKONOMİ VE SİYASET (2)
1940’lı yıllardan itibaren öne çıkan bazı isimlerden ve yayınladıkları dergilerinden de bahsetmek gerekir. Nurettin Topçu ve Hareket dergisi, Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu dergisi, Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar hemen herkesin rahatlıkla fark edebilecekleri düşünürler ile yayınlarıdır. Ayrıca Süleyman Hilmi Tunahan ve hizmetleri de kayda değer faaliyetlerdendir. Bu isimlerin günümüz için de referans isimler olmaya devam ettiklerini kaydetmemiz gerekir.
1950’li yıllarda hükümet, kalkınma adına, makineye, çimentoya, şekere ve et kombinalarının yapımına geçmek için önce sekiz yerde elektrik santrali yaptırmıştır. Santrallerin ardından çimento fabrikaları, hem köylünün ekonomik yapılanmasına hitap eden hem de bütün yurtta gerekli olan şeker fabrikaları ile et-balık kurumları, arkasından da gübre fabrikaları faaliyete geçirilmiştir.
1960 yılında içinde hiçbir kuvvet komutanının dahi bulunmadığı 38 kişilik bir subay gurubu tarafından darbe yapılmıştır.
Tabi bu darbe ülkede önemli bir daralmaya neden olmuştur. 2010 yılına kadar tam 39 yıl devam edecek olan IMF anlaşmaları bu darbeyle başlatılmıştır. Bu darbe toplumdaki İslami düşünceyi geriletirken, darbeyi yapanlar tarafından solculuk ve ulusalcılık “en makbul” düşünceler olarak topluma sunulmuştur. Hatta biraz daha açılım olması açısından “Marksizm” adeta bir moda haline getirilerek solcularla milliyetçiler çarpıştırılarak hem toplumun uzun yılları heba edilmiş hem de İslami düşüncenin gündemden düşmesi hedeflenmiştir. Bunu başarmak görevini de “68 Kuşağı” denilen kitle yürütmüştür.
1961 Anayasası’nın özellikle sol ve dindışı fikir serbestîsi anlamında getirdiği imkânlardan İslami görüş savunucuları faydalanmayı başarmışlar, 1970 yılına kadar tercüme alanında, 1970 yılının özellikle ikinci yarısından sonra da telif eserler vermeye başlamışlardır. Ayrıca bu dönemde İslamcı dergiler de yayın hayatına katılmışlardır.
1965 seçimlerinde iktidar tekrar askeri yönetimden ve ona taraftar olanlardan geri alınmış ve hızlı bir kalkınma dönemi başlamıştır. Bu noktada önemli bir ayrışmadan bahsetmek yerinde olur zannederim. Solcu anlayışın dışında kalanlar, liberalizmi algılarken iki guruba ayrılmışlardır; “Yazar, liberalist veya kapitalist eğilimli ve İslam hakkındaki düşüncesi de müspetse, İslam’ı kolaylıkla liberalist veya prekapitalist bir iktisat düzenine sahip olarak çizmiştir. İslam’a düşman bir yazar da İslam düzenini antiliberalist ve prekomünist bir yapıda göstermekten çekinmemiştir.” Keza aynı ayrışma solcular için de işlemiş; “İslam düşmanı bir sosyalist, İslam’ı hemen bir derebeylik rejimi, en ileri halinde de, bir burjuva medeniyeti gibi tanımış ve tanıtmıştır. Aksine İslam’dan propagandaları için yararlanmak isteyen sosyalistler ise onu, kapitalizme başkaldırmış, tam bilinçlenememiş pre-Marksist bir hareket gibi tasvir etmişlerdir.” Neticede İslam bağımsız bir inanç olarak ele alınmamış, daha çok da alınmak istenmemiştir.
Bu dönemin en kayda değer ekonomik yatırımı, kalkınmanın motoru olan bolca elektriğin elde edilmesi için “elektrik santrali” yapımıdır. Özellikle Keban Barajı o dönemin en belirgin fenomenidir. O dönemin bütün solcuları, Marksistleri ve eski kaymak tabakası bu yatırımlara karşı çıkmayı, ayıplamaları görmezden gelerek günümüze kadar devam ettirmişlerdir.
1969 yılında siyasi hayatımıza yeni bir parti olarak “Milli Nizam Partisi” katılmış ama kısa sürede kapatılmıştır. 1971 yılında tekrar bir darbe yapılarak hem göz hizasından çıkanlar cezalandırılmış hem de sağcı-solcu anlayışına uygun bir cadde açılmıştı. Ardından MNP’nin aynı kurucularının bir kısmı tarafından “Milli Selamet Partisi” kurulmuştur. Bu siyasi parti, ulus-devlet mantalitesine bir cümle ile dokunmuştu; “Biz sağcı değiliz, biz etnik milliyetçi değiliz” cümlesi ile ülkede yaşayanlara İslami davetiye çıkarmıştı. Bu partinin hem genel başkanı hem de lideri olan Necmettin Erbakan, sağcılıkla ve milliyetçilikle iyice özdeşleştirilmiş olan İslam’ı/İslamcılığı bu halitadan ayırarak, 1994 yılında yerel yönetimlere, 1996 yılında da merkezi hükümeti idare etme makamına (başbakanlığa/iktidara) taşımıştır.
Aslında MSP hareketi, üzerinde konuşmayı fazlasıyla hak eden bir siyasal yapılanmadır. Bu gün Türkiye’yi yöneten kadroların büyük çoğunluğu bu hareketin içinden gelmedir. Bir zamanlar bu ülkede darbe konusu yapılan birçok konuyu bu kadroların şöyle ya da böyle değiştirerek halkı rahatlattığını söylememiz gerekir.
1980 bu ülkede sonradan cezalandırılacak olan yeni bir darbenin yapıldığı senedir. Aynı yetkilerle bir gün önce önlenemeyen terör, bir gün sonra bıçak gibi kesilmiştir. Esas soru da bu değil mi? 11 Eylül’de zirve yapan terör, 12 Eylül’de nasıl bıçak gibi kesilmiştir? (Devam edecek)
NEVZAT ÜLGER
1908-2019 DÖNEMİNDE EKONOMİ VE SİYASET
1908-2019 DÖNEMİNDE EKONOMİ VE SİYASET
Türkiye’deki ekonomik gelişmeler ile siyasi ve fikri gelişmeleri dönemsel olarak takip edersek, yükselişler ve durgunluklarla karşılaşmakla birlikte, seri halde lineer bir çizgi görürüz.
1908 yılından 1918 yılına kadar ülkenin idaresini İttihat Terakki’ciler yürütmüşlerdir genellikle. Bu dönemde başa gelen padişahlar da güçlü olmadıklarından, hem kolaylıkla savaşa girişimizi, hem de ülkedeki parçalanmayı bu ekibe zimmetlemek çok da yanlış olmaz. Osmanlı bu kadronun yönetiminde Sykes-Picot oyununu rahatlıkla yutmuştur. Ülke bu kadronun döneminde beş milyon metrekareden 780.000 kilometre kareye sıkışmıştır. Bir kasıt var demiyorum ama bu kadroyu masum gösterme derdinde olanlara da “ayıptır” diyorum.
1918 tarihinden sonra yapılan kurtuluş hareketlerini iyi anlamak için, bu hareketin İslam’la ilişkisini de iyi anlamak gerekir. Kurucu kadro içine dâhil edilmeseler de milis güçlerine önderlik eden sivil liderleri nasıl atlayalım. Keza Osmanlı coğrafyasından bu harekete maddi ve beşeri katılımları nasıl unuturuz?
1924 yılından 1946 yılına kadar olan dönemde iki önemli ekonomik faaliyetten bahsedebiliriz: Merkez Bankası ile Sümerbank’ın kuruluşu. Bu dönemdeki isimlendirmelerin aslında İslam öncesinden seçilen ünvanlar üzerinden yapılması, “seküler paganizm” hevesi olarak isimlendirilebilir. Ayrıca Vehbi Koç ve belki birkaç kişinin daha devlet eliyle ekonomik olarak milyoner yapılması da kayda değer olaylardandır. Dar kapsamda bir “Merkantilizm” uygulaması da denebilir. Bu yıllarda Yunus Nadi’ye örtülü ödenekten “Cumhuriyet” gazetesi kurdurulmuştur. Bu gazetenin inanan kesime karşı tutumu bu gün ne ise o günlerde de oydu. Ayrıca romanları, hikayeleri ve şiirleri yayımlanan bu gün de bazı kesimlerin özellikle referans gösterdiği birçok isim sadece “Batılılaşma” davetçiliği yapmış, İslam’la ilgileri ya hiç olmamış ya da dinin paganlaştırılması noktasında olmuştur. Bunların içinde saman alevi gibi hemen parlayıp sönenleri de vardır, kalıcı olanları da. Ama hepsinde de ortak nokta; büyük çoğunluğunun İslam’la barışık olmadığıdır.
Bu dönemde iki belirleyici/yönlendirici kurumdan da bahsetmek yerinde olur. Yeni sistemin ideolojisini köylülere anlatmak için Köy Enstitüleri ile şehirlilere anlatmak için Halk Evleri projeleri, ömürleri kısa ve toplumdaki algıları arızalı da olsa kayda değer kuruluşlardır. Hatta Halk Evlerini görünür kılmak için 1932 yılında Türk Ocaklarının kapatıldığını, kapatılan derneğin kadrolarının ve mal varlıklarının Halk Evleri kadrolarına aktarıldığını da kaydetmekte fayda var.
1908 yılından sonra oluşturulmaya çalışılan ulus-devlet sürecinde din / İslam, toplumda her kesimin ve devlet kurumlarının değil de adeta toplumun bir kesiminin meselesi olarak görülmeye başlamıştır. Bu tutum görünürde 1947 yılına kadar devam etmekte ise de, esas itibarı ile 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinin başlarına kadar devam etmiştir.
1946 yılından sonra dış şartların zorlaması ile çok partili hayata geçilmiştir. Gerçi çok partili hayata 1920’li yıllarda muvazaalı da olsa geçiş yapılmak istenmiş ama görülen lüzum üzerine hemen vazgeçilmiştir. Bu dönemin belki de en kayda değer özelliği, 1908 yılından itibaren yavaş yavaş tasfiye edilen İslami hayat ve düşünüş tarzı, 1947’den itibaren “hibrit” olarak tekrar topluma iade edilmeye başlanmıştır. Çünkü görülmüştür ki, İslam’ın tasfiyesi toplumda içe kapanmaya ve fakirleşmeye neden olmuş, gelişmeyi durdurmuş ama Batıcılığı da bu toplumun çok büyük ekseriyeti kabul etmemiştir.
İkinci dünya savaşından sonra ABD merkezli olarak oluşturulan “Yeni Dünya Düzeni”, dahası Batı bloğu içerisinde yer almak isteyen Türkiye’nin NATO üyesi olabilmesi için; çok partili hayata geçmesi ve IMF ile Dünya Bankasına üye olması şartı getirilmiştir.
Çok partili hayata geçtiğimiz dönemlerde Demokrat Parti’nin de bastırmasıyla 1948 yılında İmam Hatip Yetiştirme Kursları açılmıştır. Bu hareket aslında siyasi bir yatırım ve tamamen sembolik bir hareketti. Bu arada Demokrat Parti hareketinin de yarıya yakın bölümünün muvazaalı olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Zaten Türkiye’de dönüştürücü hamle maalesef daima halktan değil, devletten gelmiştir.
Temel soru şu; parlamenter demokrasimizde partilerimizin hangisi “devlet” partisi değildir? Yani sivil oluşum diyeceğimiz partiler hangileridir? Besim Tibuk’un Liberal Partisi, Cem Uzan’ın partisi, Cem Boyner’in partilerinin de sermaye tarafından kurdurulduğunu not etmemiz gerekir.
1950 yılından sonra DP’nin iktidara gelmesi toplumun büyük kesiminde bir rahatlama meydana getirirken, köylülere toprak dağıtılması ile birlikte traktör sayısının artırılması da köylü kesiminde heyecan meydana getirmiştir. Keza ezanın aslına döndürülmesi de toplumda çok geniş bir rahatlama sağlarken, elektrik santralleriyle birlikte kurulan şeker ve çimento fabrikalarıyla ET-BALIK Kurumlarının yapılması ile fiziki yapılaşma konusunda değişikliğe gidilmiştir. (Devam edecek)
NEVZAT ÜLGER
SÜLEYMAN KARAGÜLLE’NİN PENCERESİNDEN
SÜLEYMAN KARAGÜLLE’NİN PENCERESİNDEN
Bir ekonomide %2,5 enflasyon denge unsurudur, halk parasını yastık altına koymaz, yatırım yapar. %5’e kadar enflasyon kârlıdır, ekonomi çalışır. %10 enflasyon zararsızdır ama ekonomi sıkıntısı yaşanabilir. Beşerî hasıla da yıllık yüzde on kadar artar. Nüfus ile teknoloji de artar. %10’dan fazla enflasyon zararlı olmaya başlar, durdurulamaz. Enflasyon kadar faizi artırmak gerekir. Aksi takdirde kimse parasını yatırıma yönlendirmez. Artırdığınız faizin ödenmesi için yeni krediler açılır, dolayısıyla enflasyon da artar. Yüzde yüzlere varıncaya kadar enflasyonlu ekonomi varlığını korur, halk yatırım yapmaz ama yaşamaya devam eder, kısıtlı da olsa ekonomi dengesini korur.
Enflasyon yüzde yüzü geçince artık ekonomi yaşamaz, çöker ve devlet aşaması öncesine dönülür, devlet yok gibidir. Para yoktur. Halk ilkel ekonomiyi yaşamaya başlar. Batılılar bunu yaşayarak bildiği için %10’un üstünde bir faiz ve enflasyon onlarda yoktur, genel olarak %5’in altındadır.
Bankalar krediyi artırıp eksilterek işsizliği dengeler. Yüzde 2 veya 3 işsizlik olacak şekilde krediyi ayarlarlar. Halk işini kaybeder diye işyerine sadık olur, işyerinden ayrılmaz. Böylece fabrikalar faaliyete devam eder. Demek ki Batıda işsizlik ekonomik politikalara bağlıdır ve kontrollüdür.
Gelişmemiş ekonomilerde ise bu kanun çalışmaz, bir başka deyişle kredi ile işsizlik oranı artırılıp eksiltilemez. Çünkü kayıt dışı ekonomi vardır. Batıda olduğu gibi para banka parası değildir. Bankanın dışında halk da para üretir. a) Veresiye satışlar, b) Taksitli satışlar, c) Bankada kırdırılmayan bonolar, d) Bakkal defterleri birer paradır ve bankaların kontrolünde değildir. Dolayısıyla bankalar ekonomiye hâkim olamazlar.
Batıda yatırımları Sermaye veya kamu yapar, dolayısıyla arz edilen mal da kontrollüdür. Türkiye’de ise halk ekonomisi vardır, dolayısıyla yatırımlar da devrededir. Mallar daha çoktur. En kötü tarafı doların da para olarak çalışmasıdır. Fiyatların oluşmasında bazen para tarafı yer alır bazen mal tarafı yer alır, böylece fiyatlar ani olarak inip çıkar.
Batı üniversitelerinde kayıtlı ekonomi okutulur, kayıt dışı ekonomi incelenmez. Oysa gelişmemiş ülkelerde kayıt dışı ekonomi vardır, onun ilmi daha zordur ve belirsizdir.
Batı ekonomileri gelişmiş ülkelerin sömürü ekonomisidir. Onlar başkalarını nasıl sömürürüz diye okurlar. Bizler de ne yapalım da onlar bizi daha kolay sömürsünler diye okuruz. Neredeyse onu bile okumayız, sadece anlamadan ezberleriz. Fakültelerimiz bize sadece yüktür.
Batıda para basarsanız enflasyon olur. Türkiye’de para basmazsanız enflasyon olur, çünkü halkın ürettiği para daha fazladır. Çünkü garantisi yoktur. Dolayısıyla devlet parayı az basarsa halkın ürettiği banka dışı para devreye girer, enflasyon olur. Eğer banka yeteri kadar nakit basarsa o zaman halk banka parasını kullanır ve gerçek faiz banka faizine iner.
Demek ki gelişmemiş ekonomilerin ekonomisi gelişmiş ülkelerin ekonomisinden farklıdır. Batıdan öğrenilemez.
Ekonomi ilmi bilinmezse bu söylenenler anlaşılamaz. Ekonomi ilminde fiyat paranın mala bölümüdür. Eğer piyasada artan para kadar mal da artıyorsa enflasyon olmaz, çünkü fiyatlar aynı kalır. Bu çok basit bir kanundur. O halde biz üreticiye her zaman kredi açabiliriz. Mal çoğalırsa para da çoğalır. Fiyatlar değişmediği gibi işsizlik de olmaz.
Batıda dengenin kurulamamış olması yapıların tekellerde kalmasından dolayıdır. Halka para ödenir ama halk bu parayla ürettiğini alamaz, üretmediği malları almaya kalkışır. Para iki misli, mal yarı yarıya olunca enflasyon olur.
Para ekonomisinde para kâr olarak piyasadan çekilir, dolayısıyla döngü durur.
Şimdi dünya henüz banka ekonomisine geçememiştir. Batıda bile banka dışı üretim tüketim başlamıştır. Onlarda da kayıt dışı ekonomi başladığı için Batı ekonomisi problemlidir.
Batı sokaklarında dolanıp durmaya gerek yok. Allah’ın nuru Türkiye’de parlıyor.
Yerel ekonomiler gittikçe canlanmaktadır. Türkiye henüz krize girmemiştir. Devletler artık bilinçlenmiş, bloklar oluşturuyorlar, bu bloklar da kendi iradeleri ile uzlaşıyorlar.
NEVZAT ÜLGER
ORTA GELİR TUZAĞI KIRK YIL OLDU
ORTA GELİR TUZAĞI KIRK YIL OLDU
Orta gelir tuzağı, bir ekonomide kişi başına gelir düzeyinin belirli bir aşamadan öteye gidememesi halini ya da belirli bir gelir düzeyine ulaştıktan sonra durgunluk içine girilmesi durumunu ifade eder.
Orta gelir tuzağına sürükleyen nedenler; gelir dağılımı eşitsizliği, düşük rekabet gücü, düşük vasıflı beşeri sermaye, kurumsal faktörlerin yetersizliği,
teknoloji, AR-GE faaliyetlerinin yetersizliği, yetersiz alt yapı yatırımları olarak belirtilmiştir.
Türkiye şu anda fert başına düşen milli gelirde 9.000-11.000 dolar bandını mesken tutmuş durumda. Elbette bu uzun yıllardan beri böyle.
Şöyle diyelim 2002 yılında fert başına düşen milli geliri 3.000 dolara çakılmış olan Türkiye, AK Parti iktidarının aldığı tedbirlerin ardından kısa bir süre sonra 10.000 dolar bandını yakalamıştı.
2002 yılının son ayında iktidara gelen AKP’nin ilk yılları ekonomide atılıma tanık oldu. 2002-2008 arasında kişi başına düşen milli gelir 3 bin dolardan 10 bin dolara çıktı.
Ama orada tıkandı kaldı. Türkiye’yi 10 bin dolar gelire AKP getirdi. Peki 20 bin dolara nasıl çıkar?
2008’de kişi başına gelir 10 bin 436 dolardı.
Ekonomi on yıldır patinaj yapıyor. Buna iktisatta “orta gelir tuzağı” deniyor. Türkiye inşaat ve geleneksel sektörler öncülüğünde 10 bin dolara geldi ama 20 bin dolara gitmek için vites değiştirmek, yüksek teknolojinin payını artırmak zorunda. Aksi takdirde daha yıllarca 9 bin – 11 bin dolar bandında gidip geleceğiz.
1.005 dolar ve daha az gelirli ülkeler “düşük gelirli ekonomileri”,
1.006-3.955 dolar geliri olan ülkeler “düşük orta gelirli ülkeleri”,
3.956-12.235 dolar gelire sahip olan ülkeler “üst orta gelirli ülkeleri”
12.236 dolar ve daha fazla geliri olan ülkeler de “yüksek gelirli ülkeler” olarak tanımlanmaktadırlar.
Buna göre 1.006 dolar ile 12.235 dolar arasında kişi başına gelire sahip ekonomiler orta gelirli ekonomi olarak kabul ediliyor. Ülke büyümezse kişi başına gelir de artmaz.
Türkiye bugüne kadar aşamadığı “Orta gelir tuzağı”nı nasıl aşabilir, nasıl “yükseliş”i başarabilir?
En önemli yolu “başarılı” sanayileşme. Başarılı bir sanayileşmenin temelinde yapısal reformlar ve sürdürülebilir sanayi politikaları yer alıyor. İyi sanayi politikalarının uygulanması gerekiyor; iyi devlet ve iyi özel sektör. Nedir o politikalar?
Tuzaktan kurtulmak için hem mal hem de hizmet sektöründe daha yüksek üretim verimliliği sağlanmalı. Bunun için de daha güçlü yapısal dönüşüme ihtiyaç vardır. Muhakkak hukuk.
Politika yapıcılar; yapısal dönüşümü, girişimciliği, yeniliği, bilgi teknolojilerini ve nitelikli emeği geliştirecek, kamu ekonomisini daha etkin hale getirecek reformlara ağırlık vermelidir.
Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı 28 üst orta gelirli ülkede orta gelir tuzağından çıkmak için önemli koşullardan biri de ülke içinde bölgesel gelişmişlik farklılıklarının azaltılmasıdır. Kaynakların verimlilik düzeylerinin ülke içinde tüm bölgelerde birbirine yaklaşması, ülke kaynaklarının daha verimli bir şekilde kullanılması manasına gelir. Bu nedenle, büyümenin sürdürülebilirliği ve rekabetçi bir ekonominin oluşturulması için bölgesel eşitsizlikleri azaltmaya yönelik kamu politikaların uygulanması gerekmektedir.
Kaynakların serbest piyasa ortamında üretime en fazla katkı sağlayabilecekleri alanlarda tahsis edilebilmeleri için ekonominin tüm boyutlarında şeffaflık, hesap verebilirlik, hukukun üstünlüğü, ifade ve düşünce özgürlüğü ve demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla hakim kılınması hedeflenmelidir.
Hem devlet hem de halk, yerli sanayi ürünlerine rağbet etmeli.
Ekonomik anlamda kalkınmayı hedefleyen ülkelerin başarılı bir sanayileşme yapılanmasının olduğunu görmekteyiz.
NEVZAT ÜLGER
TÜRKİYE’NİN YENİ TERCİHİ “OFANSİF REALİZM”
TÜRKİYE’NİN YENİ TERCİHİ “OFANSİF REALİZM”
Devletlerin içte ve dışta olaylara yaklaşımlarını, farklı olsa da genelde iki kategoriye ayırıyorlar siyaset bilimciler: Defansif davrananlar ve ofansif davrananlar.
Bizde aşağı yukarı defansif danranmak normal bir hale gelmiş. İçeride rejimi korumak, dışarıda mevcudu korumak artık herkesin ezberlediği bir tutum.
Son 40 yılda bu tutumun dışına adımatan liderler de oldu elbette. Turgut Özal bunlardan biriydi. Gerek içerdeki davranışlarında gerekse uluslararası arenada bu davranışlarına sık sık şahit olurduk. Hatta olaylara ezberlenmiş pencereden bakanlar da bu tutumdan rahatsız olurlar, belki biraz da korkarlardı.
Son yıllarda da ofansif davranmayı tercih eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Gerek içerde, gerekse uluslararası ilişkilerde mutadın dışına çıkmak kabul edilen birçok davranışı aslında onun tabii anlayışının bir sonucudur. Dünya beşten büyüktür söylemi de, İsrail Cumhurbaşkanının yüzüne karşı söylediği cümleler de, Suriye konusunda takındığı tavır da aslında onun katı defans yapmaktan hoşlanmadığını, ofansif davranmayı bilerek seçtiğini göstermektedir.
F.Keyman “Türkiye dış politikası son dönemde yumuşak gücü değil sert gücü ve ‘ofansif realizm’i tercih ediyor” diyor.
Barış Pınarı harekatı, Suriye içinde yapılan üçüncü, en kapsamlı ve riskli askeri harekatı oluşturuyor. Harekat, 9 Ekim’de başlatıldı, ardından da Türkiye’nin de dünyanın da gündeminin merkezine yerleşti.
Türkiye, bu tutumuyla önündeki en büyük problemlerden birini oluşturan terör sorununu çözmek için “ofansif realizmi” tercih ederek Barış Pınarı askeri harekatını başlattı.
Cumhurbaşkanı her toplantıda ve uluslar arası görüşmelerde, tercih ettiği ofansif realizmin; askeri bir işgal ya da savaş olmadığını; amacının, Türkiye’nin ulusal ve kendi hinderlandında güvenliği sağlamak ile sınırlı olduğunu anlatıyor. Çok daha önemlisi diğer aktörlerin niyetlerinden şüphe duyan bir aktörün kendi yaşamını ve güvenliğini sürdürmek için yaptığı bir eylem olduğunu da nazikçe ima ediyor.
Ofansif realizm, aynı zamanda, Barış Pınarı harekatıyla Suriye sınırları içinde kurulması düşünülen “Güvenli Bölge” kavramına da anlam veriyor. Amerika’nın bölgedeki ve Suriye’deki niyetlerinden şüphe duyan Türkiye, ofansif realizm mantığı içinde, yaptığı askeri harekatla, “Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlayacak ve YPG/PYD güçlerinin sınırlarında kuracağı bir koridor devlet olasılığını engelleyecek bir güvenli alanın kurulabileceği” tezini” ortaya koyuyor.
Geçen yazımda da belirttiğim gibi bu harekatın üç amacı olduğunu artık iyice anlıyoruz:
Birincisi, Suriye içinde kurulacak Güvenli Bölge ile YPG/PYD’nin “terör koridoru” ya da “koridor devlet” kurma olasılığını ortadan kaldırmak;
İkincisi, bu bölgeye Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin iki milyon kadarını gönüllü olarak oraya yerleştirmek;
Üçüncü olarak, Suriye’de hapiste tutulan DEAŞ teröristlerini, DEAŞ için çalışmışları da içeren kadınları ve çocukları kontrol etmek.
Elbette güvenlik temelli bir yaklaşımla, insani temelde yaklaşılması gereken bir sorunu çözmek hem zor, hem de sorunludur. Ancak Türkiye’nin bu zorlukları bilerek geleceğe yönelik hesaplar yaptığı da unutulmamalıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin, dış politikada yumuşak gücü değil, “ofansif realizm”i tercih ettiğini iyi görmek gerekir. Titre ve kendine dön.
NEVZAT ÜLGER
KALKINMA OLMADAN NEYİ DAĞITACAKSINIZ?
KALKINMA OLMADAN NEYİ DAĞITACAKSINIZ?
Bir ülkenin kalkınabilmesi için “güçlü kurumlar” olmazsa olmaz kabul ediliyor. Bu konuya siyasetçiler de iktisatçılar da böyle bakıyor. Ancak kurumların olmasının yalnız başına yetmediğini, bunun için “sanayileşme” olgusunun da şart olduğunu ileri sürüyorlar. Hatta dünyada zenginleşmiş ülkelerin aynı zamanda sanayileşmiş ülkeler olduğuna dikkat çekiliyor. Elbette tabii kaynak zengini ülkelerinde varlığı kabul görmüyor değil. Ancak tarihteki zenginleşmenin hep sanayi olduğunu söylüyor kayıtlar. Tarım toplumlarını ne yapacağız peki?
Sanayileşmenin tesadüfü olduğunu söyleyen hiç kimse çıkmadı bu güne dek. Sanayileşme kavramı yokken de “üretim” üzerine geliştirilen politikaların zaten sanayileşmeyi getirdiğini görüyoruz. Geçmişte bazı devletler dokuma sanayinin gelişmesi için ham yün ihracatını ve mamul ürün ithalatını yasakladılar. Hatta gemi sanayisinin gelişmesi için yabancı gemilerin kendi limanlarına yaklaşmasını yasaklayan ülkeler oldu. Elbette bunlar sanayileşmek isteyen ülke yöneticilerinin belli bir politika izleyerek kararlılıklarını ortaya koyuyor. Hollanda, İngiltere, Almanya, Japonya ve ABD gibi ülkelerin sanayi tarihlerine baktığımız zaman bu ve benzeri konuları rahatlıkla anlayabiliyoruz.
-Peki, hem sanayileşmek, hem gelirin adil dağılımını sağlayabilmek için hangi politikalar takip edilmeli? Teknoloji, bilim ve yenilik anlayışları nasıl senkronize edilmeli? Gelirin adil dağılımı kalkınmaya engel midir?
-Girişimcilerin önemi ne kadardır ve bu işin neresinde olacaklar? Önce ticari girişimciler mi, sinai girişimciler mi olacak? Dünyayı değiştirenlerin sinai girişimciler olduğu kabul edildiğine göre, neler yapılabilir?
-İyi kalkınmacı devlet mi, iyi girişimci özel sektör mü vazgeçilmezdir? Aşırı devletçi politikalar kaliteli sanayicinin yetişmesine engel olur mu?
-Sonuç alıcı kalkınma atılımı için kaliteli sanayici yetiştirilmesine nasıl özen gösterebiliriz?
-Fakir ülkelerin hızlı kalkınma oranlarını kendiliğinden yakalayacağını ileri süren “Neoklasik Büyüme Teorisi” uzmanları doğru mu söylüyor? Yani ekonomi politikalarının önemi yok mudur? Daha çarpıcı olması için, bu anlayış hangi ülkeler için geçerlidir?
-Mutlu olmaktan ne anlıyoruz? Çok üreterek veya çok tüketerek mutlu olmak bir hedef midir? Bunu başaran insanlar mı mutlu oluyor, yoksa bunu başaran şirketler mi?
-Çok üretim yapmakla sömürgecilik ve köleleştirme arasında, çok tüketmekle de modernleşme arasında ne kadar ilişki vardır?
-Tüketim kültürü içerisinde, dindarla dindar olmayan insanın arasında farklılıklar var mı?
-Hedefimiz çok üretip çok tüketmek midir? Bunlarla mutluluk arasında ilişki nasıl olmalıdır?
-“Kapitalizm ile sınırsız üretim ve tüketim alışkanlığı, insanlığın gelişebileceği ortamın altını oyuyor” anlayışı doğru mudur?
-Para ve rahat yaşama tutkusunun insanları dönüştürdüğüne inanıyor musunuz? Para ve rahatlık, farklılıkları olumlu yönde mi, olumsuz yönde mi törpüler?
-Siyasetle sermaye arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
Sorulacak daha çok sorular ve verilecek cevaplar var elbette.
NEVZAT ÜLGER
TAĞŞİŞ VE “GIDA TERÖRÜ”
TAĞŞİŞ VE “GIDA TERÖRÜ”
Osmanlı lirasında tağşiş üzerine epeyce tarih okumuştum ama gıdada tağşiş konusu doğrusu aklıma gelmemişti. Parada tağşiş; altın liradaki altın miktarının azaltılarak yerine daha düşük değerde metal katılması olayıdır. Konuyu netleştirelim, gümüş paradaki gümüş miktarını, altın paradaki altın miktarını düşürerek onların yerine daha düşük değerdeki bakır gibi madenleri katma işidir.
Gıdada tağşiş ve taklit konusu da bunun gibi. Sızma zeytinyağı diye aldığımız yağın içerisine, daha ucuz yağların dışında tohum yağları, balın içerisine ise fruktoz+glukoz+prolin maddeleri katıyorlar.
Kırmızı pul biber alıyorsunuz içerisine boya maddesi katılmış.
Sucuk alıyorsunuz içerisinde tek tırnaklılara ait et var. Salamdan sucuğa, lahmacun harcından kebaba kadar birçok üründe çeşitli etler çıkmış.
Peynirde jelatin, yağ, nişasta karışımı var. Yoğurtta sığır geni, ayranda ilaç maddesi bulundu.
Enerji içeceklerinde, bitki çayları ve kahvelerde ilaç etken maddesi var diyor bakanlık.
Zeytinyağı, sucuk, peynir, yağ pazarladılar geçen gün açılan gıda fuarında. Anlaşılan o ki bu ürünlerin bu listede olma ihtimali var mı yok mu bilemiyoruz. Ancak bakanlığın listesinde yıllardır aynı işi yapıp halk üzerinde olumlu etki bırakan firmalar dahi var. Tuzun kokmasına buradan başlanıyor demek de ne mahsur var yani! Liste uzayıp gidiyor.
Boşuna Prof. Dr. Canan Karatay pakete girmiş yiyeceklere fazla güvenmeyin, yoğurdunuzu evde kendiniz yapın demiyormuş. Onunla o kadar çok uğraştılar ki, hekimler birliği onun hekimlik diplamasının iptali yoluna giderken bazı mahkemeler de onay verdiler. Birçok kimse Napolyoncu.
Şimdi kime güveneceğiz? Hekime mi, hakime mi, üretici firmaya mı, doğrusu şaşırdık.
Bu bilgileri Tarım ve Orman Bakanlığı açıklıyor. Taklit, tağşiş yapıldığı veya ilaç etken maddesi ilave edildiği tespit edilen toplam 618 firmaya ait 1211 parti ürün.
Laboratuvar sonucuyla taklit veya tağşiş yapıldığı kesinleşen gıdaları üreten/ithal eden; kişilerin hayatını ve sağlığını tehlikeye düşürecek şekilde bozulmuş, değiştirilmiş gıdaları üreten ve/veya satan firmanın adı, ürün adı, markası, parti ve/veya seri numarasını içeren bilgiler kamuoyunun bilgisine sunuldu.
Bakanlıkca yürütülen denetimlerin yanında, tüketiciler tarafından yapılan ihbar, şikâyet, CİMER ve Alo 174 Gıda Hattı başvuruları neticesinde gerçekleştirilen denetimlerin de büyük payı olduğu açıktır. Bu bakımdan tüketicilerin bu başvurularını sürdürmeleri, halkımızın sağlığının korunması yönündeki çalışmalar için büyük önem taşımaktadır.
Aldığımız yağ, yağ değil. Bal, bal değil. Et, et değil. Konu hakkında bilgileri olan ve toplumu da bilgilendirmek için ekranlara çıkan insanların anlattıklarının az bile olduğunu görüyoruz.
Bakanlığı ve bakanı tebrik ediyoruz. İşi daha değişik bir şekilde de atlatabilirlerdi ama yapmadılar. Cidden toplum olarak tebrik ediyoruz.
Böylece ilk kamuoyu duyurusunun yapıldığı 2012 yılından bu yana 1283 firmaya ait 2816 parti ürün tüketicilerin bilgisine sunulmuş oluyor diyor yetkililer.
Bakanı bir daha tebrik etmek gerekiyor doğrusu. Oldukça zor bir işi başardı. Çünkü bu firmalar neler yapmazlar ki? İşte devlet olmak böyle bir şeydir diyor vatandaş.
Toplumdaki suç oranı ile ve düşük davranışlarla bu yiyeceklerin bir ilgisi yok mu acaba?
NEVZAT ÜLGER