KİM KİMDİR-MAHLAS
KİM KİMDİR-MAHLAS
Yazarlar, şairler çeşitli sebeplerle bazen isimlerini gizleme/saklama gereği duymuşlar. Müstear isimle yazı yazan, kitap yayınlayan o kadar çok yazar var ki!
Türk edebiyatında takma ad muhtemelen Batılı yazarlardan örnek alınarak kullanılmaya başlanmıştır. Belki istibdatı aşmanın bir yolu. Eskiden beri divan şairlerinin kullandığı mahlasla halk şairlerinin mahlasları kurallı bir geleneğin uygulaması olduğundan müstear isim sayılmaz. Mahlaslar çok defa şairin asıl adı yerine geçtiği halde müstear isim, bir şairin veya yazarın asıl adıyla yazarken farklı yazılarında herhangi bir sebeple gizlenme arzusundan doğmuştur.
Bilinen örneklerden hareket edilerek bir yazarın müstear ismi siyasî-cezaî sorumluluktan kaçmak için olabilir. birileri hakkında hiciv, ağır tenkit ve hakarette bulunmak için olabilir. Resmî mesleği dolayısıyla endişe etmek nedeniyle, kazanç maksadıyla yazılan eserlerde kendi edebî itibarını, şöhretini korumak için, asıl mesleğinden farklı bir alanda yazmak, aynı dergide birbirinden farklı pek çok yazı kaleme almak gibi durumlarda da kullanıldığı görülmektedir. Bunlara zaman zaman yazarlar arasındaki modaya uymak gibi daha özel sebepler de katılabilir.
Özellikle de kütüphaneciler için, tasnif çalışmalarında bir problem teşkil eden ve yanlış değerlendirmelere sebep olan müstear isimler dikkat çekmektedir. Bunların yanında bir yazarın birden fazla takma ad kullandığı veya aynı takma adın farklı birkaç yazar tarafından benimsendiği, hatta bir başka gerçek şahsın adının kullanıldığı da görülmektedir.
Şimdi, kim kimdir bir bakalım:
Nâmık Kemal: Sâbir
Mehmet Akif Ersoy: Bedayül Adem, Muammer Ferdi
Tevfik Fikret: Nazmi ve Esad Necib
Yahya Kemal’in asıl adı Ahmed Agâh
- Fuad Köprülü: Âşık Coşkun
Peyami Safa: Server Bedi
Necip Fazıl Kısakürek: Adıdeğmez, Dilci, Ahmet Abdülbaki, Ozan
Mehmet Kaplan: Nuri Hisar, Ruhi Çınar,
Rasim Özdenören: Üç dört farklı müstear,
Sait Faik Abasıyanık: Sait Faik Adalı, Sait Adalı, Adalı
Ömer Seyfeddin: Süheyl Feridun
Nabi Avcı: Molla Kasım, Abdullah Karaca, Enes Harman
Beşir Ayvazoğlu: B.A., Selim Gökçe
Sezai Karakoç: Mehmet Leventoğlu, Yasin Işık, Mehmet Yasin, Mehmet Yasinoğlu,
Cahit Zarifoğlu: Abdurrahman Cem ve diğerleri tabiî ki.
Osmanlı Padişahları’nın birçoğu şairdi. Şair Padişahların divan edebiyatı geleneğine göre ad yerine kullanmış oldukları “mahlas” ları vardı:
- Murad: Muradi
Fatih Sultan Mehmed: Avni
- Bayezid: Adli
Kanuni Sultan Süleyman: Muhibbi
Sultan III. Mehmed: Adni
- Ahmed: Bahti
- Osman: Farisi
IV. Murad: Muradi
II. Mustafa: İkbali
III. Ahmed: Necib
III. Mustafa: Cihangir
III. Selim: İlhami
II. Mahmud: Adli
Mahlas kullanmanın çok olduğu dönemler sıkıntılı zamanlardır.
NEVZAT ÜLGER
MEVLİD-İ NEBİ HAYRINA
MEVLİD-İ NEBİ HAYRINA
Bu hafta “Mevlid-i Nebi” haftası. Peygamberin doğum gününe ithaf. Kainat kitabını bize açıklayan zatın doğum günü. Kur’an’ı bize açıklayan zatın mevlidi. O, hem nebi hem resul.
Kur’an’ı onunla anlıyoruz. Akıl kifayet etse idi, Allah 124 bin peygamber gönderir miydi? Bu 124 bin peygamberin seyidi olan Hz. Muhammed:
-Kâinatın en şerefli varlığıdır.
-Hayat sahibi olan varlıkların en mükemmelidir.
-Hilafetle şereflendirilen insanlığın efendisidir.
-Takva sahiplerinin önderi ve yol göstericisidir.
-124 bin peygamberin seyyididir.
-Kâinatın sahibinin habibidir.
Kur’an nasıl insanların kurtuluşu için arşdan uzatılmış bir ipse, o da; semavat ile arz arasındaki bu bağın en güvenilir sadık-ı muhbiridir.
Henüz isim zikretmeden de konu anlaşılıyor;
-O hem feyz alır, hem de feyz verir.
-Hem aydınlanır, hem aydınlatır,
-O hem kâinatın sahibini sever hem de insanlara sevdirir.
-O; “korkma Allah bizimledir” diyendir.
– O, kamil-i mutlaktır.
Buraya kadar yazdıklarımızdan Hz Peygamber Muhammed Mustafa (sav)’yı anlamayan kimse olmaz bu toplumda.
İçe dönersek; biz hepimiz ahirete doğru devam eden bir yolculuktayız/seferdeyiz. Bu yolculuk esnasında bilerek ya da bilmeyerek çok günahlar işledik. Pişman olduk. Ya rabbi, “vesile” caizdir hükmünce, seçkin peygamberin ile senden istiyor ve yalvarıyoruz:
-Günahkâr kulların olarak sana geldik, günahlarımızı affet. Affedersen senin şanındandır, ama kovarsan Sen’den başka bize kim merhamet eder.
Ya rabbi, günahlarımızdan dolayı pişmanız, kötü söz ve fiillerimizden dolayı utanıyoruz, kalbimize feyizler aç, ta ki batıl hayalleri mahvetsin.
Ya rabbi, senin kapında, sana giden yolda sana dua ediyoruz; sana gelen yola bizi sevket.
Ya rabbi, belki Firdevs ehli değiliz ama cehennem ateşine de dayanamayız. Bize tevbe kapısı nasip et, günahlarımızı bağışla, çünkü günahları bağışlayan ancak sensin.
Ya rabbi; Ümmet-i Muhammed’e merhamet et,
Kalplerimizi iman ve İslam’a aç.
Dinsizlerin şerrinden bizi koru.
Dinimize selamet ver. (Amin)
Her şeye karşılık Allah bize yeter. O ne güzel vekil ve ne güzel mevladır.
Felsefeciler akılla, tasavvuf ehli kalb ile yol almaya çalışırlar. Cadde-i Kübra’da yürüyenler ise bu iki yolu birbirine destek yaparak yüksek gerçeklere ulaşırlar. Çünkü, akıl yalnız başına hayatın ve ölümün bütün sırlarına vakıf olamaz. Evet, şüphe ilimde bir davetiyedir, gerçeği bulmak için bir vasıtadır. Yine de üç aşamayı gözden uzak tutmamak gerekir: İlmelyakin, Aynelyakin, Hakkalyakin. Ya rabbi, bize eşyanın hakikatini göster.
Ezcümle;
-Hz. Muhammed (sav) resuldür.
-Hatemül enbiyadır.
-Bütün insanlığa gelmiştir.
-Bütün peygamberlerin şeriatlarını, en güzel şekilde cem etmiştir.
Güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir, başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. “Dahilek ya Resulullah”.
NEVZAT ÜLGER
POLİTİKA DİNİ BELİRLİYOR
POLİTİKA DİNİ BELİRLİYOR
Her ne kadar Emeviler ve takip eden dönemlerde adına saltanat denilen “politika” ilkeleri Müslüman yönetimlerde belirleyici unsurdur denilse de, politikanın Müslüman ülkelerdeki “ontolojik” konuma oturması son iki yüzyıldır. Ne demek istiyorum; son iki yüzyılda politika daha bir belirleyici unsur oldu. Hadi bir adım daha atalım; politika arç olmaktan amaç olma konumuna terfi etti.
Toplumlarda son iki yüzyıldır “sivil” özelliklerini her geçen gün kaybederek, her şey devletten beklenir oldu. Devlet yalnız düzen sağlamakla kalmadı aynı zamanda zenginleştirme aracı haline de geldi. Oysa devlet; koruyucu bir barınak, zalimin tepesine binen, mazlumun ahını yerde bırakmayan, kendisinin yaşaması için insanı yaşatan bir yapı değil midir?
Bu son savrulmalar hep Batı’dan şırınga edildi Müslümanlara. Zaten Batı “politika” üzerine bina etmişti tüm düşünce yapılarını. Aslında Batı’nın dini politika, ibadeti de felsefe ve Roma yoluyla kabul edilen teslis olmuştu. Sokrat’ın yazdıklarına, Eflatun’un devletine bakmak konuyu örneklendirmeye kapı aralar. Hedef metafiziksiz fizik, asumansız bir yeryüzü cenneti kurmaktı.
Yunan’da felsefe politikadan öndeydi ama felsefenin ilkelerini belirleyen de politikaydı. Böylece sivil oluşumdan devlet merkezli pozisyona geçilmişti. İlk zamanlar site devleti revaçta iken zamanla evrilme devam ederek imparatorluğa kadar kulaç atacaktı. Gerçi Birinci Dünya Savaşı dünyadaki bütün imparatorluklara son vererek ulus devletleri popüler hale getirecekti ama politika, revaçta olma hızını biraz daha artırarak devam edecekti. Hatta 20.yüzyılın ilk yarısında dünyanın en popüler sistemleri Komünizm ve Faşizm olurken devlet; ilahlaştırılarak tapılmaya en uygun oluşum olarak görülmüştü. Ancak Faşizm 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sırra kadem basarken, Komünizm ancak 1989 yılında iflas bayrağını çekecekti.
Belki de bu yüzden olsa gerek; Modern Batı, Yunan’ı çok sevmez. Onu Batı’nın şımarık çocuğu olarak görmeye çalışır. Halbuki Modern Batı’nın ebesi Yunan/Grek değil miydi? Kaldıki Yunan’da Atinalı ve Spartalı olmayan herkes ya köledir ya barbar. Bu günkü Batı da öyle demiyor mu; “Batılı olmayan herkes barbardır ve Batı’nın medeniyetine muhtaçtır.”
NEVZAT ÜLGER
ASLINDA OKUYORUZ
ASLINDA OKUYORUZ
“Aslında Okuyoruz: Türkiye’nin Güncel Okuma Kültürü Araştırması” başlıklı bir panel düzenlendi. 38. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı kapsamında düzenlenen etkinlikte “Türkiye Okuma Kültürü Haritası” açıklandı. Panelde konuşan Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır; “Türkiye’de kitap okuma oranı 2008’den 2019’a kadar yüzde 30’dan yüzde 42’ye yükseldi” dedi. Buna göre okuma oranı 2008’den 2019’a yüzde 12 oranında arttı diyor Ağırdır.
Elbette hayattan ve ülkeden umutluyuz. Kendi gözlemlerimize takılı kaldığımız için çoğu zaman bütünü gözümüzden kaçırıyoruz. Türkiye’de 2008’den bu yana elimizde sayılar var. Arzuladığımız hızda olmayabilir ama elimizdeki 11 yıllık bütün sayılarda her şey iyiye doğru gidiyor. Burada da, kitap okuma oranında da aynı şeyi görüyoruz.
30 yaş altı 19 milyon gencin en az yarısından fazlası, şehir efsanelerindeki gibi beceriksiz çocuklar değil, dünyaya açık, hayata açık ve başarmak için çırpınan çocuklar.
Batı Avrupa’da sosyal medyanın etkisiyle görselliğin ağırlık kazanması nedeniyle gençlerde kitap okuma azalırken, bizde tam tersi her ikisi birden artıyor. Çünkü bu gençlerin başarılı olmak için okumak ve kendilerini geliştirmenin dışında şansları yok.
Türkiye gecikmiş bir modernleşmeyi yaşıyor. Son 11 yılda 2008’den bu yana dahi yüzde 10’a yakın insanımız bulunduğu şehirden göç etmiş. 1980’den bu yana yetişkin nüfusun yarısı göç etmiş. Oldukça yüksek oranlı bir mobilizasyon. Modern tarihte hiçbir Batı toplumunda böyle bir hareket yok. 60-65 milyon yetişkin, 15 yaş üstü nüfusun yarısı 1980’den bu yana bulunduğu yerden göç etmiş.
2008’de apartmanlarda oturanlar yüzde 30 iken 11 yılda yüzde 60’a çıkmış.”
Bu mekansal değişimin toplumun zihin dünyasının da değiştirdiğini ve etkilediğini belirten Ağırdır, “İstesek de istemesek de, gündelik hayatın ritmindeki değişmeyle beraber gündelik hayat pratiklerimiz de değişiyor. Bir yandan bireyselleşiyoruz ama bir yandan da kalabalıkların içinde sosyalleşmeye çalışıyoruz.
Mekansal değişimden dolayı artık komşularımızı tanımıyoruz, aynı binada oturuyoruz ama komşumuzun ismini bilmiyoruz.” şeklinde konuştu.
Sosyal medyada takip edilen kişilerle ilgili apartman komşularından daha çok şey bilindiğini aktaran Ağırdır, “Çocuklarımız da biz de şimdi sosyal medyada takip ettiğimiz insanlarla komşuluk ilişkisi kuruyoruz. Bu apartman tarlaları içinde, mahalle kavramının olmadığı bir yerde mahalle kitapevlerinin hayatta kalması da çok zor.”
Türkiye’de gençlerin daha fazla okuduğu sonucunun çıktığı araştırmaya göre, okuma oranının yüksekliğinde birinci etken aileden gelen destek. Okuma Kültürünü Yaygınlaştırma Platformu tarafından gerçekleştirilen araştırmanın sonuçlarının derlenerek, gelecek haftalarda detaylı olarak açıklanması bekleniyor.
Basılı kitapların yanı sıra gazete, dergi ve çevrim içi yazılı içerik gibi her türlü okunabilir materyal puanlama kapsamına dahil ediliyor.
Dünyada en çok kitap okunan ülke olarak liste başında yer alan Hindistan’da her vatandaş, haftada ortalama 10 saat 42 dakika kitap okuyor. İkinci sırada yer alan Tayland’da kişi başı haftada ortalama kitap okuma süresi 9 saat 24 dakika olurken, üçüncü sırada yer alan Çin’de ise halk haftada 8 saatini kitap okuyarak geçiriyor.
Listede en çok kitap okunan diğer ülkeler sırasıyla Filipinler (7 saat 36 dakika), Mısır (7 saat 30 dakika), Çekya (7 saat 24 dakika), İsveç (7 saat 6 dakika), Fransa (6 saat 54 dakika), Macaristan (6 saat 48 dakika) ve Suudi Arabistan (6 saat 48 dakika) şeklinde sıralanıyor.
Türkiye, haftada ortalama 5 saat 54 dakika okuma süresiyle listenin 18’inci sırasında yer alıyor.
Bir ek bilgi; dünyada en çok Kur’an-ı Kerim ikinci olarak da İncil okunuyor.
NEVZAT ÜLGER
NİETZSCHE NİÇİN “TANRI ÖLDÜ” DEDİ
NİETZSCHE NİÇİN “TANRI ÖLDÜ” DEDİ
Bütün semavi dinlerde “Allah birdir ve ondan başka ilah yoktur”. Elbette Hıristiyanlık inancında da bu durum aynıydı.
Roma imparatoru, birtakım şartlar ileri sürerek kabulü halinde Hıristiyan olacağını beyan edince, o günün en büyük imparator(luğunun) ve ailesinin bu gücünü kaçırmak istemeyen “din sınıfı-papalık” bu şartları kabul etti. Böylece Roma İmparatorluğu ve Kilise aracılığı ile Batı toplumlarında “Teslis=Baba-Oğul-Kutsal Ruh” anlayışı büyük oranda yayıldı. 325 yılında toplanan İznik Konsülü’nde henüz teslîs inancı yoktu. Orada sadece Baba ve Oğul’un Tanrı olduğundan ve onların aynı cevherden olduklarından bahsediliyordu. Daha sonra 381 yılında toplanan Konstantinopolis Konsülü ise, Rûhu’l-Kudüs’ü de Tanrılığa ilâve edip teslîs inancını kabûl edince, hristiyanlardan üç unsurlu tek ulûhiyete tapınmalarını istedi.
İlk yazılan üç İncilin [Matta, Markos, Luka] hiçbirinde teslise dair tek bir harf bile yoktu. 4. olarak ortaya çıkan Yunanca “Yuhanna” incilinde, Yunan filozofu Eflatunun teslis fikri görüldü. Barnabas İncilinde Allah’ın bir olduğu bildiriliyordu. Kostantin, Eflatun’un teslis [Trinite] fikrini yeni İncile koydurunca, Papaz Aryüs, (Teslis yanlıştır, Allah birdir, İsa Onun oğlu değil, kuludur) deyince, Hristiyanlar, onu aforoz ettiler. Aryüs Mısır’a kaçtı ise de, yine kurtulamadı, orada öldürdüler. Uydurulan dinin gücü bu işte.
Neticede Hıristiyanlıkta Tanrı anlayışının esası olan “Allah birdir ve ondan başka ilah yoktur” anlayışı kaybolarak onun yerini sekülerleşme-modernleşme ve pozitivizm almaya başlamıştır. Diğer bir ifade ile Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın anlayışı üzerine değil, dünyevi ve politik anlayış üzerine (Protestanlık) yürümeye başlamıştır.
Bu anlayışı kabul etmeyenler işkence gördü. Aklın otoritesi zorla kabul ettirildi. (Rasyonalizm) Tarihsel ilerlemecilik ve lineer tarih anlayışı benimsendi. Ahiret mululuğunun yerini dünya mutluluğu aldı. Cennetlik insanın nasıl olursa olsun, başarılı olan insan olacağı kabul gördü. Tanrıya ait olan yaratıcılık kavramının yerini artık girişimcilik aldı. Neticede Hıristiyanca olmayan Latin-Roma anlayışı ortaya çıktı ve Tanrı, imparatorlar için sadece bir güç aracı haline geldi.
Buna karşılık Kiliseler de “yoldan çıkmışları” affetmek için günah çıkarma seansları tertipleyerek bütçesini bir hayli kabarttı (Endülijans kağıdı). Kendisine boyun eğmeyenleri de “Aforoz” ederek toplumdan dışlamıştır.
Nietzsche’de “Tanrı öldü” demişti. Yani onun öldü dediği tanrı sözünü, bu kavramın yerini “Hümanizm” ve “Aydınlanma” aldıktan sonra söylemiştir.
Gelişen modern teknoloji artık insanları tekno-kentlerde yaşatarak, insan açığını da sömürgecilik ve kölelik yoluyla kapatmıştır. Böylece iyice gelişen Kapitalizm insanı madde merkezli yaparak kendi yaratılış gayesinin dışına taşımıştır.
Ancak itiraz sesleri yüksemeye başlayınca da Faşizm ve Komünizm gibi iki tane insanlık dışı geçici formül uydurdu. Bu iki ideolojide de Tanrı inancı olmayıp, tanrının yerini “devlet” almıştır.
Şimdilerde moda akım “Paganizm” ya da “Nihilizm” denilen “Post-modernizm” rügarıdır. Hakikaten modernizmin ötesine mi geçilmiştir, orası hala tartışma konusu değil, çünkü Batı buna henüz kulvar açmadı.
Hristiyanların içine düştükleri bu hazin âkıbet, onların da Yahûdîler gibi kendilerine gönderilen ilâhî kitabı arzuları istikâmetinde bozmuş, muhtevâsını beşerîleştirmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü böyle yapmak, çıkarlarına daha câzip görünmüş ve irtikâb ettikleri cürümleri, ilâhî kitaplarına dâhil ederek onları meşrûlaştırma imkânı elde etmişlerdir. Bu durum, âhiret saâdetini kaybetmelerine yol açıcı bir anlayış ama ne gam!.
NEVZAT ÜLGER
POLİSİYE ROMANLAR OKUMA ORANINI ARTIRIR
POLİSİYE ROMANLAR OKUMA ORANINI ARTIRIR
Bir gün önce yazdığım “Okuma Oranı Niçin Düşük” yazım üzerine birçok arkadaştan önemli fikirler geldi. Yazıyı biraz daha sürdürmemi istediler.
Tarihçilere ve edebiyat tarihçilerine sorarsanız, bizim toplumumuzda hiçbir zaman bir sınıf tasnifi olmamıştır. Ama özellikle polisiye romanlarına baktığımız zaman farklı bir anlayışla karşılaşıyoruz. Hatta diyebiliriz ki toplumların fotoğraflarının aslı polisiye romanlarıdır.
Polisiye roman kahramanları aslında zeki, kültürü geniş, birkaç dil bilen, varlıklı ve maceraperest insanlardır.
Türk Edebiyatı’nın önemli polisiye yazarları arasında Ahmet Ümit ve Pınar Kür yer alır. Edebiyatımızdaki ilk polisiye roman Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Cinayet-i Esrar’ıdır. Türk edebiyatında Ahmet Mithat Efendi’nin Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, Dünyaya İkinci Geliş romanları bizde bu türün ilk örneklerindendir.
Ahmet Mithat Efendi’nin Esrar-ı Cinayet’i, Mehmet Rauf’un Define’si, Peyami Safa’nın Server Bedii takma adıyla yazdığı Cingöz Recai serisi de bizim edebiyatımızdaki örneklerdir. Cingöz Recai oldukça zeki, birkaç dil biliyor, muhakemesi çok gelişmiş, hırsız ama devlete çalışıyor her zaman. Devletçi bir hırsız, devletin bekası için çalışıyor.
Tabi, Peyami Safa üzerinde biraz daha durmak gerekir. Çünkü onun Peyami Safa ismiyle yazdığı kitap sayısı onu bulmuyor. Bizim yaşıtlarımızdan okuma alışkanlığı olan herkes aşağı yukarı bu seriyi okumuştur. Onun bir de Server Bedii takma adıyla yazdığı Cingöz Recai serisi oldukça önemlidir ve o günkü toplum yapısını öğrenmek açısından önemli eserlerdir. Gerçi bu seri için Peyami Safa, “para için yazılan eserlerdir” diyor ama önemlidirler.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hayatımız dardır; karışıktır. İyi ama bu hayat nihayet vardır ve yaşıyoruz, nefret ediyor, ızdırap çekiyor, ölüyoruz. Bir romancı için bu kadarı yetmez mi? Bir tek insanın ızdırap çektiği yerde insanlara söylenebilecek her şey vardır.” diyor.
Ahmet Ümit polisiye romanlarının başarılı isimlerindendir. Bab-ı Esrar, Sis ve Gece, İstanbul Hatırası, Beyoğlu’nun En-Güzel Abisi ve Kırlangıç Çiçeği aklıma ilk gelen eserleri oldu. Üslubu akıcı, kurgusu ve toplumsal bilgisi kayda değerdir.
1965-1975 arasında çokca okuduğumuz Mayk Hammer romanları her ne kadar çeviri gibi duruyor olsa da, esas itibariyle Kemal Tahir’in yeniden kaleme aldığı polisiye romanlardı. Aksiyon ve adrenalin pompalayan eserlerdi. Polisiye edebiyat inanılmaz bir malzeme sunuyor. Bu ülkede, kentsel değişimlerden kaynaklanan sorunlar, azınlıklar, kadın alanı hep bu polisiye romanların konusudur. Bu anlamda popüler edebiyat ürünleri hiç bir zaman masum ürünler değildir. Dışarıdan gelen her eseri de dikkatli okumak gerekir, çünkü tekin değildirler.
İskender Pala’nın AbumRabum kitabı da bir polisiyedir. Harput’un da yer aldığı bir eserdir. Murat Menteş’in Antika Titanik adlı eseri de bu seridendir.
Roman elbetteki bir kurgudur ama polisiye romanlar aynı zamanda daha bir kıvrak zeka ve daha bir toplum katmanlarını ve bu katmanlar arasındaki ilişkileri bilmeyi gerektirir. Bu anlamda da roman şehirlidir. Köyün de romanı olur mu, elbette olur ama toplam birkaç kişi arasındaki ahlaki veya gayri ahlaki kısa olaylar üzerine kuruludur.
Bizde 1913 veya 1914 yılı basımlı bir “Amanvermez Avni” eseri de oldukça önemlidir.
Dünya edebiyatında oldukça meşhur polisiye eserler vardır. Hatta bunlardan bir kısmının yalan olduğunu bilirsiniz ama takip etmekten de toplum kendini alamaz. Harry Pother dizisi bunlardandır.
Da Vinci Şifresi, Sherlock Holmes, Agatha Christie dizisi, Umberto Eco’nun Gülün Adı ilk aklıma gelen polisiye kitaplarıdır.
Bu kitaplar, toplumdaki kitap okuma oranını hem yukarı taşıyacak hem de toplumu daha yakından tanımamızı sağlayacak eserlerdir.
NEVZAT ÜLGER
OKUMA ORANI NİÇİN DÜŞÜK?
OKUMA ORANI NİÇİN DÜŞÜK?
Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel, Abdurrahim Karakoç, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu,
Tevfik Fikret, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Reşat Nuri, Halide Edip,
Atilla İlhan, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Cemil Meriç.
Bugün genel anlamda Türk toplumunda kabul gören Türk edebi- yatının en önde gelen şair ve yazarlarının isimlerinden bazılarıdır bunlar.
Bunların birçoğunun şöyle ya da böyle yönetimlerle, siyasi otoriteyle takışmalı olduğunu, hayatlarının bir kesiminde sürgün, baskı, sansür, tehdit, hapis, tecrit gibi uygulamalarla karşı karşıya kaldıklarını biliyoruz. Ancak siyasî otoritenin bütün görmezden gelme sürecinden sıyrılarak hem dönemlerinin hem de bugünün yazar, eleştirmen, akademisyen ve halkın nazarında daima görünür olmuşlardır. Bu önemli bir başarıdır.
Buna karşılık resmi otoritenin bütün empozesine rağmen;
Kemalettin Kamu, İbrahim Alaattin Gövsa, Mahmut Şevket Esendal, Mehmet Emin Yurdakul, Halit Fahri Ozansoy, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Kutsi Tecer ve daha birçoğu toplum genelinde pek fazla kabul görmemiştir.
Hele;
Yaşar Nabi, Celal Şahin, Sabri Esat Siyavuşgil, Agah Sırrı Levent, Münir Hayri, Aka Güdüz, Besim Atalay, Falih Rıfkı Atay, Orhan Seyfi Orhon gibi isimler ciddi bir sıralamaya girememişlerdir.
Bunlar zaman zaman şiltlerle ve mansiyonlarla taltif de edilmiş, bazılarının şiirleri bestelenmiş de olmalarına rağmen “Kanon” denilen listede tutunamamışlardır.
Ben bu “kanon” kavramını 1968 yılından itibaren öğrenmiş, hatta bu isimle bir de küçük bir risale okumuştum. Yıllar içerisinde ne olduğunu ve ne işe yaradığını ancak öğrenebilmiştim. Bu yazıda da mecburen kullanıyorum.
Aynı durum günümüzde de var. Gerek hükümet çevrelerince, gerekse yazar ve şair derneklerince çokça başarı ödülü verilen birçok isim bu “kanon” sıralamasına girememişlerdir. Belki toplumda an itibariyle tanınıyorlar ama hepsi o kadar. Hatta bazılarının başarı ödülü aldığını ancak kendilerinden öğreniyoruz. İlimizde de böyle bir isme rastladım. Aşağı yukarı ilimiz yazar ve şairlerinin büyük bir bölümüne sordum; bu arkadaşın başarı ödülüne layık görülen eserlerini okudunuz mu diye ama hiçbiri okumamış. Keza Orhan Pamuk çok iyi bir yazar olmasına rağmen, Nobel Ödülü’nü, Kürtler ve Ermenilerle ilgili sözlerinden dolayı aldığına inanıyor toplum.
Buradan bir sonuç çıkarmak gerekiyor elbette. Yazar ve şairlerin, eleştirmenlerin, hikaye ve romancıların, resmi otorite tarafından refere edilmesi, ideolojik kuruluşlar tarafından başarı belgesi verilmesi, yayınevleri tarafından ödüllendirilmeleri, karşılıklı olarak dergi ve gazeteler üzerinden yılın yazarı-şairi-çevirmeni seçilmeleri, siyaset sahnesinde görünüyor olmaları onları toplum nazarında “kanon” listesine dahil edemiyor. Onların bu listeye dahil olmalarının tek yolu var; hem yazı tekniği ve teması bakımından doyurucu olmaları hem de toplumun genleriyle uyumlu eserler vermek.
Bu udeba ve şuera eğer toplumla aynı rengi taşıyorsa, onların fikir, his ve düşünce dünyalarına hitap edebiliyorlarsa o zaman toplum onları kendisine yakın olarak kabul ediyor. Hatta toplumda yazar-çizerler olduğunu söyleyen bir zümrenin “asosyal” olmalarını bu pencereden de yorumlamak mümkündür.
Bunlar belli dönemlerde milletvekili de yapılıyorlar ama edebiyat çevrelerince “kanon” kapsamına alınmıyorlar. Hatta belli organların ödüllerine abone olanlar vardır ama “kanon” listelerinde boy gösteremiyorlar.
Okuma oranına gelince, gelecek yazıda konuyu işleyeceğim. Çünkü araştırmalar Türkiye’de kitap okuma oranı arttı diyor.
NEVZAT ÜLGER
“PİR-İ TÜRKİSTAN” AHMET YESEVİ
“PİR-İ TÜRKİSTAN” AHMET YESEVİ
Ahmet Yesevi, Batı Türkistanda dünyaya gelmiştir. İranlılar ona “Pir-i Türkistan” diyorlar. Zaten Ahmet Yesevi, edebi bir şahsiyet olmaktan daha ziyade destansı kişiliği ile önemsenmiş bir kişiliktir. O, aynı zaman da İslamiyetin de göçebe Türkler arasında yayılıp kökleşmesinde oldukça önemli bir şahsiyettir. Hatta onun bağlılarından bir kısmı vasıtasıyla Yesevilik Anadolu’ya ve Şam’a, Horasan ve Buhara’ya ulaşmıştır.
Yesevi, sahip olduğu geniş hoşgörüsü sonucu toplumları etkilemeyi kısa sürede başarmış bir Alp-Eren’dir. Tasavvufun temelinde mevcut olan hoşgörü Yesevi de fazlasıyla mevcut olduğu için toplumun en alt kültür seviyesine kadar inebilmiştir.
Divan-ı Hikmet onun en önemli eseridir. Yesevi bu divandaki şiirleriyle, sanattan daha çok İslamiyetin inceliklerini toplumlara sevgi üzerinden anlatmayı tercih etmiştir. Zaten şiirlerinde tesir gücü de onun inancındaki ve söyleyişindeki samimiyetten gelmektedir diyor konunun uzmanı. Derin bir lirizm, yüksek bir hikmet ve samimiyet, onu toplumun önüne çıkarmaya yeterli olmuştur. Kaldı ki şiirleri dış unsurlar bakımından daha çok halk şiirine uygundur. Başarısının da bir kısmı buradan gelmiyor mu?
Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinin başlıca gayesi, İslâm dinine yeni girmiş veya bu dini henüz kabul etmemiş Türkler’e İslâmiyet’in esaslarını, şeriat ahkâmını ve Ehl-i sünnet akîdesini öğretmek, Yeseviyye tarikatı müridlerine tasavvufun inceliklerini, tarikatın âdâb ve erkânını telkin etmektir. Bu sebeple hikmetler sanat endişesinden uzak, didaktik bir özellik de taşımaktadır. Bazı hikmetlerde ifadenin sûfiyâne ve coşkulu oluşu onları lirizme götürür.
İki örnekle yazıyı tamamlayalım:
Eyâ dostlar kulak salıng uyduğumga
Ne sebebdin altmış üçde kirdim yirge
Mirâc üzre hak Mustafâ ruhum kördi
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yirge
( Ey dostlar, kulak verin dediğime,
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Miraç üstünde hak Mustafa ruhumu gördü,
O sebepten altmış üçte girdim yere.)
Altmış birde sermende min ilâhımdın
Eyâ dostlar kop korkar min günâhımdın
Candın kiçip penâh tiley hudâyımdın
Bir ü barın dîdârıngnı körer min mü
(Altmış birde utanmışım ilahımdan;
Ey dostlar, çok korkarım günahımdan;
Candan geçip penah dileyim Allahımdan;
Bir ve varın (Allah), didarını görür müyüm?)
Divan-ı Hikmet 1993 yılında Türkiye Diyanet Vakfınca yayımlanmıştır. Ayrıca 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra meydana çıkan yeni Türk Cumhuriyetlerinde de oldukça revaçtadır. 1166 yılında vefat eden Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’ye Allah rahmet etsin. O, Türk tarihi açısından, 12. yüzyılın yıldız isimlerindendir.
Yesevi tarikatının kurucusu olan Ahmet Yesevi, Anadolunun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük rol oynamıştır. 63 yaşına geldikten sonra geri kalan ömrünü karanlık bir yere çekilerek geçirmiştir. Bunun sebebi; Hz. Muhammed’in 63 yaşında vefat etmesidir. Her yönüyle Hz. Peygambere benzeme tutkusu.
NEVZAT ÜLGER
BARIŞ PINARI HAREKATI VE BİR TAHLİL
BARIŞ PINARI HAREKATI VE BİR TAHLİL
Geçen yazımda devletin benimsediği ofansif siyasetten bagsetmiştim Benimsenen bu siyasetin getirileri neler oldu?
Türkiye güney sınırında oluşan tehdidin riskini azaltmak amacıyla Suriye topraklarının kendisine olan sınır boyunda yer yer 30-40 km derinlikte güvenli bölge oluşturmak istedi ve bunda da muvaffak oldu.
Türkiye bu isteğini uzun bir zamandan beri dile getiriyordu ama ABD ve AB ülkeleri bu fikre pek sıcak bakmıyordu. Ofansif olan bir Türkiye ne ABD’nin ne de AB’nin işine gelmiyordu. Sanki saymadıklarımızın işine geliyor muydu? Türkiye bu konuda kararlılık gösterince ABD: “O zaman güvenli bölgeyi birlikte oluşturalım.” Demek zorunda kaldı. İlk perde bundan ibaretti.
İkinci aşamada Türkiye başlattığı askeri harekâtla ABD’yi antlaşma masasına oturmaya mecbur etti. Ardından bölgenin bir kısmını kontrolünde tutan Rusya ile de bir antlaşma imzalayarak planlanan güvenlik bölgesinin tamamının terör unsurlarından arındırılması resmi antlaşmayla/mutabakatla karar altına alındı.
Kimse gocunmasın ama bu gelişme, Cumhuriyet Türkiye’sinin önemli bir diplomasi zaferidir. Cumhurbaşkanının ifadesi ile “Türkiye için bir semboldür.”
Türkiye bu bölgenin merkez ülkesi olduğunu ispatlamıştır. Kaldı ki bu hareketi başaramamış olsaydı, yukarda saydığımız ülkeler başta olmak üzere bu ülkelerin tavırlarına göre hareket eden diğer ülkeler için de, Allah korusun farklı bir davranışa neden olacaktı şüphesiz. Böyle bir durumda da hiçbir zaman doğru düzgün bir çözümleme yapamaz duruma düşerdik.
Türkiye’nin bir kuşatma altında olduğu Suriye’de yaptığı operasyon sürecinde bir kere daha teyit edilmiştir. Yoksa çok açık bir tehdide karşı hiçbir gerekçesi olmaksızın Batı ve yandaşı bu kadar geniş bir kesim Türkiye’nin karşısında yer almazdı.
Ayrıca içerde de mevcut hükümet ve devletle sorunlu olanlar, yerel örgütler, her zaman ve her yerde olduğu gibi “küresel iktidar çizgisinde” olmuşlardır.
Bir diğer önemli nokta ise; soğuk savaş döneminde kotarılan ve hâlâ varlığını sürdüren, küresel siyasetin dünya toplumlarını taşeron örgütler üzerinden dilediği şekilde hizaya koyma politikasının sonlarına geldiği gerçeğidir. Bundan sonra bu örgütler onların fazla işine yaramayacaktır. Düzenli ordular her zaman taşeron kuvvetleri dize getirirler.
Suriye’de yerli kitle içerisinde pek destekçisi olmayan DAEŞ, PKK/PYD/YPG gibi örgütler tekrar geniş toprak hâkimiyeti kurma tehdidinden oldukça uzaklaşmıştır. Lider kadrosundan ve mali kaynaklarında yaşadığı kayıplar ile büyük güç kaybeden ve bir şekilde yeniden ayağa kalkmaya çalışan örgüt için şu an Suriye’de toprak hâkimiyeti zor bir hedeftir. Kaldı ki ABD de, aynı kanaatte olduğu için bu örgütün liderini öldürerek cezalandırmıştır.
Türkiye’nin verdiği eğitim ve mühimmatlar ile son üç senede büyük bir değişim geçiren Suriye silahlı muhalefeti özellikle müzakere masasında caydırıcılığı ile Türkiye için bir koz olabilir.
Elbette Barış Pınarı Harekâtı ile elde edilen netice işin sonuna gelindiğini göstermez. Hatta terör sorununun tamamen çözüldüğü anlamına da gelmez.
Uluslararası siyaset gündeminin merkezini tutan ve yarattığı şok dalgalarıyla küresel kamuoyunu altüst eden bu harekâtla Türkiye’nin önü açılmıştır, en önemlisi güneyinde projelendirilen PKK/YPG patentli bir devlet hayali sonlandırılmıştır.
Türkiye ofansif siyaseti dolayısıyla bundan böyle hep gözaltında olacaktır. Kaldı ki bu durum Türkiye’nin taşıyacağı öngörülen tarihi misyona bağlı zorunlu bir sonuçtur. Görünen o ki; Türkiye de buna hazırdır.
NEVZAT ÜLGER
YÖNETİM BİÇİMLERİ VE İSLAM (HÜKÜM VE HAKİMİYET KONUSUNUN KISA BİR İZAHI)
YÖNETİM BİÇİMLERİ VE İSLAM (HÜKÜM VE HAKİMİYET KONUSUNUN KISA BİR İZAHI)
Dünyada devlet modeli ve yönetim/rejim biçimleri, genel olarak iki kategoride inceleniyor:
-Belli bir gurubun, zümrenin vaya ailenin hakimiyetinin olduğu oligarşik sistemler,
– Halkın yönetimde söz sahibi olduğu demokratik sistemler.
Yönetimi tek kişi yaparsa buna da monarji, krallık, şeyhlik, imamlık, padişahlık gibi isimler veriliyor.
Oligarşik sistemlerde azınlığın hükümeti sözkonusudur. Monarşi yönetimi de bu katagori içindedir.
Demokrasi ise, halkın veya halk çoğunluğunun hükümeti demektir.
Cumhuriyet, demokrasinin karşılığı değildir. Ancak demokrasinin uygulandığı ülkelerde genellikle cumhuriyet idaresi vardır. Yalnız şart değildir. Krallıklar ve despot idarelerin de kendilerine cumhuriyet dediklerini örnekleriyle biliyoruz.
Bugün gelinen noktada dünyada adaletin, insan haklarının gerçekleşmesini objektif olarak sağlamaya en uygun yönetim biçiminin demokrasi olduğu kanısı hâkimdir. Diğer bir tabirle insanoğlunun bulabildiği en gelişmiş yönetim biçiminin demokrasi olduğu kabul ediliyor.
Buna karşılık İslâm, devlet ve yönetim biçimlerini isimlendirmek yerine ilkeler getirmiştir. İnsanlara da bu ilke ve amaçları dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme ve düzenleme hakkı ve yetkisini bırakmıştır. Geniş bir hürriyet alanı.
İslam’da amaç; insan haklarını ve evrensel insanî değerleri gerçekleştirmek olup, adaletle hükmedip toplumun huzur ve mutluluklarını sağlamaktır. Yani devlet modeli ve yönetim biçimleri araçtır. Burada İslam ve Müslüman arasındaki farkın önemini belirtmek gerekiyor. Birinci hedef, insanların mutluluğudur. İnsanlarını mutlu etmeyen yönetimlerin isimleri ne olursa olsun, bütün parlak söylemlerine rağmen asla ve kat’a insan merkezli değildirler.
Hz. Ali’ye devletin en önemli ögesi nedir diye sorulunca; “devletin imanı adalettir” demiştir.
Öyle olunca, tarihî ve felsefî temeli bir yana bir yönetim biçimi olarak, demokrasinin İslâm’da olduğunu ya da olmadığını ispatlamakla vakit geçirmek sağlıklı bir düşünme şekli değildir. Bu konu daha çok bilgiçlik taslamakla ilgilidir.
İslam dininin kazandırmaya çalıştığı dünya görüşünü yakalamak, dinin hedef olarak gösterdiği amaçları ve evrensel idealleri gerçekleştirmek için;
-Müslümanların İslamı anlama ve yaşamada ne gibi kazanımlarının olduğuna bakmak ve katkı yapılması gereken hususlarda çalışmaları gerekir.
-On dört asırlık tarihî süreçte İslâm toplumları, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemleri hariç tutulacak olursa, saltanat ve hilâfet adıyla, çeşitli renkleriyle bir monarşi (tek kişinin yönetimi, padişahlık, hükümdarlık, krallık) ile yönetilmişlerdir.
Bu tarihi süreci değerlendirken devlet modelinden ziyade, İslamın yönetimde ilke ve amaçlarının ne ölçüde gerçekleştirilip, gerçekleştirilmediğine bakmak gerekir.
-Gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber’in sünnetinde müslümanların nasıl bir devlet teşkilâtı kuracağı, devlet başkanının nasıl ve hangi şartlarla seçileceği ve toplumun hangi siyasal şekil ve yöntemlerle yönetileceği konusunda ayrıntı verilmemiş, hatta bu konulara neredeyse hiç temas edilmemiştir.
-Kur’an’da siyaset ve devlet modeli, toplumların yönetim şekli ve biçimleri konusunda özel ve ayrıntılı bir hüküm yer almaz; genel dinî ve ahlâkî ilkeler belirtilir.
Bu anlamda yönetimde adaletin sağlanması ile toplumsal mutabakatın temini için, şu hususların altını çizmek gerekir;
-Danışma-istişare, (şura-seçimler-meclis)
-Haksızlık yapmama, (kanun önünde eşitlik)
-Emaneti ehline verme, (liyakat-sadakat sonra gelir)
-Adaleti gerçekleştirme, (hukuk ve adalet-hukukun hakimiyeti)
-Ahlâkı koruma, (dini ve milli değerler de dahil olmak üzere güzel ahlak)
-Kamu düzenini koruma, (Beş şey korunmaya alınmalıdır; “can emniyeti, mal emniyeti, nesil emniyeti, akıl emniyeti ve din emniyeti”.
-Allah’a ve Resulü’ne mutlak itaat, âmirlere doğru oldukları sürece itaat. (Kanun yasalara uymayan emirleri yerine getirmeyin diyor.)
Hâricîler’in, meşhur hakem olayında, Hz. Ali’ye karşı çıkarken sarfettikleri “Hüküm Allah’ındır” sloganı günümüzde de siyaseten çok kullanılmaktadır. Burada söz konusu olan hâkimiyet “metafizik ve ontolojik anlamda hâkimiyettir”. Yoksa siyasilerin hedeflerine ulaşmak için kullanacakları bir argüman değildir. Nitekim Hz. Ali de; “Bu söz doğrudur; fakat siz onu meşrû olmayan maksatlar için kullanıyorsunuz” demiştir.
“Hâkimiyet milletindir” sözündeki hâkimiyet ise, metafizik ve ontolojik hâkimiyetten farklı olup, cumhurun (halkın) yönetici tayininde söz sahibi olmasını, siyasal iktidarın, herhangi bir şahsın, sınıfın, zümrenin, ailenin veya mezhebin, tarikatın ve cemaatin doğal veya kutsal hakkı olmadığı, tam tersine, bu hakkın millete ait olduğu ve yöneticilerin onun tarafından belirleneceğini anlatır.
NEVZAT ÜLGER