KAPALI ÇARŞI
KAPALI ÇARŞI
Çarşı sözcüğü Farsca bir kelime. Dört sokağın birleştiği ve ticaret yapılan yer anlamına geliyor. Bu mekanın üzeri kapalı olursa buna da bedesten diyor erbabı.
Elazığ’ı belli periyotlarla öne çıkaran sembol yapıları ve çarşıları ile önemli sinai kuruluşları hep olmuştur. Kapalı Çarşı, Hazar Santralı, trenin Elazığ’a gelmesi, fabrikaların açılması, üniversitenin kurulması, Ferro-krom Fabrikası’nın açılması, zahire meydanının açılması hep önemli olaylardır.
Elazığ’da Kapalı Çarşı 1928 yılında, Vali Cemal Bardakçı zamanında kurularak hizmete girmiştir. Bu çarşıya hizmeti geçen ilk Belediye Başkanı Halil Özden olmuştur. Daha sonra 1937 yılında çarşıyı onaran Belediye Başkanı da Hurrem Müftügil’dir. Hurrem Müftügil yeniden tanıtılmayı hak eden bir siyasetçi ve büyükelçi.
Kapalı Çarşı bugünkü Postane binasının bitişiğinde, tarihi Valilik Binasının güney cephesindedir. Güney ve kuzey yönlerinden iki, batı ve doğu yönlerinden dört olmak üzere altı ana girişe sahiptir. Çarşının üzeri ağaç esaslı ahşap bir çatı ile kapatılmıştır. Son dönemlerde kötü bir görünüm sergileyen çarşının çatısı yakın zamanda değiştirilerek ahşap olarak yenilenmiştir. 2019 yılının Eylül ayından itibaren yeni bir restorasyonun başladığını da belirtelim.
Önceleri hali vakti yerinde olanlarla yüksek rütbeli memur sınıfının gıda maddeleri için tercih ettiği yer Kapalı Çarşı mağazaları idi. Aslında o dönemdeki kasap dükkânlarının hemen hemen tamamı bu kapalı çarşı içinde idi. Hatta bu sebeple buraya daha çok Kasaplar Çarşısı denilirdi. 1965 yıllarına kadar bu çarşının en meşhur simalarından “sepetçiler”i anmazsak anlatım eksik kalır. Bu sepetçi esnafı müşterilerinin evlerini tanıdıkları için, alınan malzemeleri alan kişi olmadan da evlerine götürüyorlarmış.
Bu çarşının yapımı belediyenin çok değerli bir hizmeti olmakla beraber o günün koşullarına göre çok büyük tutulmuştu. O yıllarda Elazığ’ın refah seviyesi iyiydi. Refahın kaynağı da ticaretti. Zira Elazığ, geniş bir hinterlandın ticaret merkeziydi. Elazığ o günler Türkiye’nin en geniş vilayetlerinden biriydi. Henüz Tunceli teşekkül etmemiş, Bingöl kopmamış, Malatya, Elazığ’a akrabalık bağları ile bağlı Arapkir’i almamış, keza yine yakın akrabalık bağları olan Eğin (Kemaliye) Erzincan a verilmemişti
1928 yılından beri hizmet vermekte olan Kapalı Çarşı’nın rahat giriş ve çıkışı vardır. Hemen hemen her çeşit yöresel ürünleri bulabileceğiniz bu tarihi mekanın içinde aynı zamanda Balıkçılar Çarşısı ve Kasaplar, yan tarafında da bakırcılar çarşısı bulunmaktadır. Çarşı’da, Elazığ yöresine ait baharat çeşitleri, badem şekeri, pekmez, kumda özel olarak yapılan Ağın Leblebisi, tulum peyniri, kayısı, kuru üzüm, orcik (cevizli sucuk) gibi birçok ürün bulabilirsiniz. Elazığ Kapalı Çarşı esnafı işini iyi bilen, tecrübeli ve yardımsever insanlardan oluşuyor. Çarşı, sadece yerel halkın değil, Elazığ’a gelen turistlerin de uğrak noktalarından birisidir.
Günün her vaktinde kalabalık ve hareketli olan bu tarihi pazar yeri, 1928 yılından beri hizmet vermektedir. Kadayıf tatlısı ve künefe yapımı için kullanılan tel kadayıfı, özel pişirme saclarında taze olarak üretip satan kadayıfçı dükkânları da yine Kapalı Çarşı içinde bulunmaktadır.
Tarihi Kapalı Çarşının güney giriş-çıkış kapısından doğuya doğru uzanan sokakta, kalaycılığın yapıldığı ve bakırın elde işlenerek ürüne dönüştürülüp satıldığı dükkânlar bulunmaktadır. Sağlı ve sollu olmak üzere bakırcı ve kalaycı dükkanlarının bulunduğu sokak Bakırcılar Çarşısı olarak anılmaktadır. Tabi cam ve porselen tabakların yaygınlaşmasından sonra kalaycıların sayısında da azalma görülmektedir.
NEVZAT ÜLGER
KERBELA VAKASI ÜZERİNE
KERBELA VAKASI ÜZERİNE
Kerbela vakasını yazmak doğru mu, işin doğrusu pek emin değilim. Çünkü bu konu toplumda genellikle bir tüketim malzemesi olarak kullanılıyor. Konunun meydana geliş şeklinden de anlaşılacağı üzere, ortada bir iktidar endişesi var ve iktidarı bırakmamak için peygamberin torununu öldürmekten çekinmemişlerdir.
Ne yapmıştı Hz. Hüseyin; İslami değerlere uymayan, Hz. Peygamberin ve arkasından gelen Hulefa-i Raşidin uyguladığı İslam siyaset geleneğine ters düşen, tahribatı tüm toplum kesimlerini ve Müslümanların gelecek yüz yıllarını kapsayacak olan bir yanlışlığa, zulme-zalime, hak ve adalet duygusuyla karşı çıkmıştır. İslam’ın evrensel değerlerini yeniden ihya etmek için yola çıkmış ve kutsal davası uğrunda şehit düşmüştür. Konu yalnız iktidar sahibi ile değil, o iktidardan nemalananlar açısından da iyi tetkik edilmelidir.
Hadisenin cereyan ettiği dönemde iktidarı elinde tutanlar, Hz. Hüseyin´in meselesini, davasını, yürüyüşünü anlama konusunda ciddi bir çaba göstermemişler ve ona karşı güç kullanmaktan başka bir şey düşünmemişlerdir. Ne yazık ki iktidarı oluşturanların basiretsizlikleri ve duyarsızlıkları neticesinde kıyamete kadar unutulmayacak bir facia ortaya çıkmıştır.
Hz. Hüseyin’e reva görülen muamele sebebiyle ağlamak ne kadar hürmete layıksa, bu acıklı hadiseyi doğru okuyup doğru anlamak, doğru sonuçlar çıkararak ibret almak ve toplumun bütünleşmesine vesile kılmak da o derecede hatta ondan daha ziyade önem taşımaktadır. Çünkü geçmiş ibret almak içindir. İnanıyoruz ki, Allah Rasulü´nün mümtaz torunu Hz. Hüseyin´in bizden beklediği ve istediği de budur.
Şam´da, Irak´ta, Yemen´de, Suriye´de dünyanın hemen her yerinde yeni kerbelâlar yaşanıyor. Müslümanların kanı akmaya devam ediyor. Müslümanların izzet ve onuru tarihte hiç olmadığı şekliyle bugün bizzat birbirleri eliyle yok ediliyor. Kendilerini haklı çıkarmak için buldukları gerekçeler de İslami değil iktidar sevdası üzerine kuruludur. Ama onlar hala hak-hukuk diyorlar.
Savaş, terör ve zulümden dolayı milyonlarca insan yerinden yurdundan, evinden barkından, hayatından oluyor. Çocuklar umutlarını, hayallerini, geleceklerini yitiriyor. (Diyanet İşleri E. Başkanı Mehmet Görmez’in Muharrem Ayı ve Kerbela Mesajından/2015)
Burada yeni bir yoruma kapı aralayabiliriz. Muaviye’nin yönetimi ele geçirmek için yaptığı görüşmeler ve terörü kullanarak yaptığı boyun eğdirme çalışmaları da bir derin devlet faaliyeti sayılabilir mi acaba? Çünkü iki olayda da aktörler yalnız başına Muaviye ve Yezid değil, güç ve rant peşinde olanlarla, iktidarlarının devamından yana olanlardır.
Mesela Kerbela olayı, aslında derin devletin bir icraatıdır. Kerbela’da yapılan operasyon, Yezid’in devleti, derin devletle yönettiğini, hatta yezid’e rağmen yönetimi elinde bulundurmak isteyenleri göstermektedir.
Hepimizin gururla bahsettiği Osmanlı’da da derin devlet var. Resmi olarak bunu II. Abdülhamit’le başlatanlar çoğunlukta ama olay o kadar basit değil. Sebebi de hepinizin malumu, Hafiye Teşkilatı. Kurdurduğu hafiye teşkilatı ile istihbari faaliyetlerde bulunmuş ve toplumu dolaylı da olsa yönlendirmeye çalışmıştır. Korku ve şüphe.
Ancak ondan çok önce de saray içinde derin devlet mevcuttu. Hanım sultanlar da sarayda derin devlet gibi çalışmış ve birçok alanlarda görünen devletin icraatlarını işlevsiz hale getirmişlerdir.
Merhum Aliya İzzetbegoviç: Savaş ölünce değil, düşmanına benzeyince kaybedilir diyordu.
NEVZAT ÜLGER
ESİR-İ AŞKIN OLDUK EY MODERNİTE!
ESİR-İ AŞKIN OLDUK EY MODERNİTE!
18.yüzyılla birlikte yakından incelemeye aldığımız Batı ve modernite tam üç yüz yıldır hem bizim hem dünyanın gündeminde. Moderniteyi, bilvesile Batı’yı önce küçümsedik, sonra tahlile tabi tuttuk ardından da Cumhuriyetle birlikte anayasamıza alarak Batılılaşma yoluna baş koyduk.
Batılılaşma, çağdaşlaşma, muasırlaşma ve modern olma çabaları hep bu cereyanın sağlıklı bir yere oturması içindi. Ama biz bu akımı yalnız asrileşme olarak anladık uzun yıllar. Kadınlar, giysilerinin dekolte ölçülerine göre modernlik tasnifine tabi tutuldu. Hatta eşleri işlerinde terfi ettirileceği zaman hanımlarının kılık kıyafetleri dikkate alındı. Vurmayı öldürme şeklinde tatbik ettik ve asrileşmek için yalnız giyimde değil, her konuda mazi ile ilgimizi kesme yoluna gittik. Yahya Kemal bu durumu protesto etmek için “Ne harabiyim ne harabatiyim / Kökü mazide olan bir atiyim” diyerek mazi ile ilgimizi kesmeyi savunan Ziya Gökalp’e, mazisiz vatan olmaz demişti.
“Makineleşmek İstiyorum” şiirinin yazarı da, “İdeologya Örgüsü” kitabının yazarı da, Japon kalkınmasını örnek gösteren mütefekkirlerimiz de hep makineleşmeyi ve bu yolla kalkınmayı savundu. Çünkü toplumlar galipleri örnek alırlar. Müslümanlar uzun zaman “ağır sanayi” şarkıları söyledi.
Türkiye’de modernleşmenin tarihi genellikle sanaldır. Uzun bir zaman müddetince, en azından 1980’lere kadar modernleşme bir “seraptı”. Herkes bu serabı kendi meşrebince târif ediyor; tasnifler ve kavgalar târifler üzerinden yapılıyordu.
Sanayileşmeyi ıskaladık ama maalesef toprağı da kaybettik. Bu başarısızlık ve kaybedişi telâfi anlamında 1980’lerden sonra “kent tüketimi” adeta bir can simidi oldu.
Yeni bir cadde açılmıştı önümüzde; tüketim ve kent ekonomisi. Bu yıllardan itibaren artık Londra’da ne varsa İstanbul’da da Malatya’da da Muş’ta da bulunabiliyordu. Üretime girişmek için fazla sebep yoktu. Ne için sanayileşecektik ki? Ürün bolluğu ve tüketim için değil mi? Artık bu bolluğa erişmek için sanayileşmeye de gerek yoktu. Sanâyileşme ekonomisinin yerini başta müteahhitlik olmak üzere istihdamın genel olarak hizmet sektörü şeklinde dağıldığı kent ekonomisi başladı.
Menşeini sorgulamadığımız çok çeşitli yabancı mallar vitrinlerimizi doldurdu. Tüketiciyi değil, AVM’leri koruma altına aldık. Kredi muslukları da sonuna kadar açıldı. İhtiyaç kredisi sonuna kadar açıktı. Ev mi, araba mı, beyaz eşya veya manifatura mı, yiyecek mi lazım, hemen kredi kartı verelim. Bir kart yetmez birkaç tane. Ödemesi için Allah kerimdir. Çağdaşlaşma serabı birden gerçek oluvermişti. Dünya önümüze seriliyordu ve herkes tüketimden nasibini alarak çağdaşlaşıyordu. Sağ-sol kavgası, yerini yaşam tarzı kavgalarına bırakmıştı. Eski solcular kapitalist, İslamcılar ise paranın ve lüks yaşamın içinde asude günler yaşamaya başlamışlardı. Yerli üretime geçmek aklımıza gelmiyordu, çünkü aradığımız her şey vardı.
Yeni bir ulus inşası yoluna girerken, “toplumu dönüştürmeden” ziyade “yok etme” yolunu seçtik. Bir Fransız çocuğu Sefiller’i, İngiliz çocuğu Shakespeare’i, bir İspanyol Don Kişot’u okuyunca anlayabiliyor ama bizim çocuğumuz Fuzuli’yi, Nabi’yi hatta yakın geçmişteki yazarları okuyunca anlayamıyor. Bin kelimelik bir hayatın içine hapsedildi.
Dünyanın başka bir yerinde böyle bir kültür katliamı ne görüldü ne de düşünüldü. Eğitim üç yüz kelimelik sokak Türkçesine mahkûm edildiği için fikirde de bilgide de mutabakat kalmadı, zihni karmaşa devam edip durdu. Onun için merhum Cemil Meriç vecize sözlerinden; “Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler köksüz” diyordu.
Geçen gün bir şair arkadaş bir başka şairin kitabından bahsederken, kitaptaki kelime sayısına dikkat çekti ve kelime fakirliğini muşahhas olarak gösterdi. Bin kelime ile ne anlatılabilir ki?
Vasıflı kuşaklar yetiştirmenin yolu bilgi ve kültürün yanında ahlak ve karakter terbiyesi veren, sanat ve estetiğe önem veren bir eğitimden geçer. Eğitim çocukları bilgi hamalı yapmak yerine onlara değer kazandırmalıdır. Önce iyi bir insan nasıl olunur, ahlak nedir, vicdan nedir, adalet nedir, bunları öğretmek lazım çocuklara.
Özgür düşünceli, açık fikirli vatanına, milletine bağlı nesiller yetiştirmeliyiz. Eğitimin diplomalı okur-yazar yetiştirmek yerine kendi toprağından ve kültüründen beslenen bir kimlik inşa etmesi gerekmez mi?
NEVZAT ÜLGER
ELAZIĞ İÇİN BİR SWOT ANALİZİ:
AHİLİK VE İŞ AHLAKI
Ülkemizde her yıl 17-22 Eylül günleri Ahilik Haftası olarak kutlanır.
Ahilik, tarihi, sosyal ve ekonomik olayların ortaya çıkardığı bir Türk esnaf birliği kuruluşudur.
Selçuklu ve Osmanlı, şehirlerde yaşayan halk ile teması “esnaf örgütleri” marifetiyle sağlıyordu.
Devlet, ahilik sistemi çerçevesinde esnaf örgütlerine örgütlenme hakkı tanıdı. Esnafın ne kadar ustası olacak, ne kadar çırağı olacak, ne kadar kalfası olacak diye tek başına rakamları tespit etmiyordu. Esnafla birlikte belirliyor, ama kontrolü elden bırakmıyordu. Bütün meslek kuruluşlarının kendi üyeleri arasındaki disiplin ve asayiş işlerini yürütecek ayrı ayrı görevlileri vardı. Yani emek, bir takım mesleklerde kalabalıklaşmaya ve aynı zamanda üretim fazlasına yol açmayacak şekilde sayılar kontrol altında tutuluyordu.
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde sanayi ve iç ticaret kesimleri, esnaf birlikleri şeklinde teşkilatlanmıştı. Bu birlikler, fütüvvet ve ahilik ilkesine dayalı İslami bir sistemdir.
Usta, kalfa, çırak üçlüsünün nasıl işe alınıp, nasıl yükseleceği ile yapılacak merasimler hep belli ilkelere göre yapılmaktaydı.
Esnaf birliklerinin en üst makamı kadılıktı. Esnafın seçtiği ve kent kadısının onayıyla görevine başlayan kethüda özel sektörün temsilcisi olarak ilk sırada yer alırken, ikinci sırada devletin temsilcisi yiğitbaşı bulunurdu. Ayrıca şehirdeki esnaf miktarını ayarlamak da kadının görevleri arasındaydı.
Denetim işiyle muhtesip görevliydi.
Esnaf zümresinin reisi ve dışa karşı temsilcisi esnaf şeyhiydi/kethüdaydı. Şeyhin yardımcıları nakip, kethüda, yiğitbaşı vardı. Bunların hepsinin ayrı ayrı görevleri mevcuttu. Kethüdaya kâhya da denirdi. Ayrıca bilirkişi gibi çalışan ehli hibre (ehli vukuf-bilirkişi heyeti) de bulunurdu.
Teşkilatta güven ve itimat vardı. Kararlar kesinlikle uygulanırdı. Usta ile çırak baba-oğul gibiydi.
Ahilik sistemi aynı zamanda mesleğin ehil olmayan ellere düşmesine de mani olurdu.
Esnaf “gedik” usulüne tabiydi. İhtiyaç olmadan ayrı dükkân açılmazdı. Esnaf ve dükkân sayısı, üretim araçları, iş aletleri ve tezgâh adedi de sınırlandırılmıştı. (Gedik Sistemi) Esnafın birbirlerinin üretim ve satış sahalarına taşmaları yasaktı. Bu uygulama hem haksız rekabeti, hem de işsizliği önlüyordu.
Esnaf birlikleri aynı zamanda sosyal güvenlik ve kooperatif kurumlarıdır. Yardımlaşma sandıkları vardır.
XVII. yy.da ustalığa yükseltme ve ayrı dükkân açma merasimi ortalama 5–6 yılda bir yapılırdı. Bu süre kuyumcularda 20 yıla kadar çıkardı.
Osmanlı esnaf birliklerinde, sadece ahlaki ve mesleki üstünlükler ilerleme ve yükselme sebebidir.
Alış ve satış disiplini, esnafa fiyatları istedikleri gibi ayarlama imkânı vermez, devletin etkinliği her zaman hissedilirdi. Esnafın hammadde sıkıntısı çekmemesi için tahsis siyaseti izlenir ve tekelciliğe meydan verilmezdi.
Esnaf teşkilatları, aynı zamanda narh (fiyat tespiti) politikasının da önemli bir halkasıydı.
Osmanlı esnafı ilk sıkıntıyı coğrafi keşifler ile ticaret yollarının değişmesinden dolayı çekmiştir. Dahası ticari alanı daralan tüccar da esnaf olma yoluna girmiştir. Burada önemli bir vurgu ile şunu söylemek bir abartı olmaz kanaatimce; Osmanlı’nın yaptığı savaşların en önemli sebeplerinden biri de gerek ulusal, gerekse uluslararası ticaretin hedefleridir.
Konu çok geniştir. Tasavvufi bir hareket olan fütüvvetin en mühim iki şartı vardı: Biri Müslüman olmak, diğeri meslek sahibi olmaktı. Meslek sahibi olmak şartı zaviyeleri bir işsizlik kampı olmaktan kurtarıyordu.
Osmanlı Devleti’nde bir malı baştan sonuna kadar götüren entegre / bütünleşmiş bir yapı yok. Bu nedenle de her aşama için ve her mal türü için ayrı bir esnaf örgütlenmesi var.
Her esnaf bir başka esnaftan girdi alır, bir başka esnafa da çıktı verirdi. Yani esnaf aynı zamanda birbirini kontrol ederdi.
Fiyatlarda herhangi bir sıkıntı olursa kadı gelip problemi çözüyordu. Tabi bunu da esnaf örgütü ile birlikte yapıp analiz sonucuna göre çözümü tayin ediyordu.
Ecdadımız “Ahîlik” geleneğini oluşturarak, çarşı pazarlarda hukuka riayet kadar, ahlâka da uygun davranılmasını temin etmiştir. Her bir ustayı, zanaatkârı ya da tüccarı, meslekî becerilerin yanı sıra güzel ahlâk ve maneviyatla da donatmıştır. Tarihte Müslüman tüccarların ticaret ahlâkından etkilenerek İslamlaşan nice topluluk vardır.
Çalışmak ve üretmek, alın teri ile kazanmak Ahilikte bir ahlak kuralıdır. Bunun için herkesin mutlaka bir mesleği ve işi olmalıdır. Ahilik, halkın sırtından geçinenlere, bir köşeye çekilip miskin miskin oturanlara karşı kurulmuş bir teşkilattır.
Ahilik, tarihi, sosyal ve ekonomik olayların ortaya çıkardığı bir Türk esnaf birliği kuruluşudur. Ahiliğin ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri fonksiyonları söz konusudur.
Anadolu’da yerleşik düzene geçildikten ve Osmanlı Devleti askeri açıdan güçlenip devlet yönetimi belli kurallara dayandırıldıktan sonra, Ahiliğin ekonomik ve sosyal fonksiyonları daha çok öne çıkmıştır.
Ahilik, bugün için tüketiciyi korumakla mükellef olan kurumların fonksiyonlarını üstlenmiştir.
Malların fiyatlarının uygun şekilde tespit edilmesi, imalat hatası olan ve normal dayanıklılık süresinden önce yıpranan malların yerine yenisinin verilmesi tüketicinin mağduriyeti giderilmeye çalışılmıştır.
Günümüzde tüketici vakıfları, tüketicilerin korunmasında model olarak Ahilik sisteminin tüm insanlığa sunulması gereken bir hazine olduğuna inanmaktadır. Mesela Amerikan Arbitrasyon(Tahkim) Sistemi ahiliğin modernitesi olarak ifade edilmektedir.
NEVZAT ÜLGER
İÇERDEN VE DIŞARDAN ÇELME TAKIYORLAR
İÇERDEN VE DIŞARDAN ÇELME TAKIYORLAR
Batısız bir dünya tasavvuru ne kadar tefritse, dünyayı yalnız Batı’dan ibaret görmek de o kadar ifrattır.
Ne zaman Türkiye bölgede ileri bir adım atsa sistemin iki ucundaki Amerika ve Rusya mutlaka Türkiye’nin önünü engelleyici girişimlerde bulunmaktadırlar. Kurdukları düzenin işleyişini ülkelerin yıkımı üzerine kurmuş güçler, hegemonyalarını sürdürebilmek için işgal ve talanların, karışıklık ve çatışmaların bölgede bitmesini istemiyorlar!
Türkiye’nin ABD ile Fırat’ın doğusunda oluşturmaya çalıştığı ‘güvenli bölge’ müzakerelerine tam yoğunlaştığı bir sırada Rusya ve İran destekli rejim harekete geçerek İdlib’in güneyindeki kasabaları ele geçirip Türk gözlem noktalarını tehdit etmeye başladı. Tabi, ABD’nin tutumu da aynı paraleldedir.
Nasıl Osmanlı’yı parçalamak için geçmişte Müslüman olmayan toplumlar “tek millet” olduysa, şimdi de aynı oyunları bölgede ve Türkiye üzerinde oynamaya devam ediyorlar.
Topraklarımızı kalıcı olarak işgal edemeyen Batılılar, içerideki bir kısım zihinleri işgal ederek kafası kiralık figüranlar icat ettiler. Bölgedeki kabile devletlerinin başına getirdikleri kral, emir, şeyh ve diktatörlerle anlaşıp Müslümanlara her türlü zulmü uyguluyor, gerekirse darbe yapıyorlar.
Türkiye’nin bölgede oyun kuran, politikalara yön veren bir aktör olabileceğini gören yenidünya düzeni uygulayıcıları, Türkiye’nin oyun kurucu rol oynamaması için her türlü engeli çıkarıyorlar.
Mardin, Diyarbakır ve Van’da HDP’li belediye başkanlarının terör iltisakları nedeniyle görevden uzaklaştırılması ve yerlerine kayyum atanması siyaset gündemini oldukça hızlandırdı. Haklarında terör örgütü üyeliği/yöneticiliği suçlaması olup bu nedenle soruşturma geçiren kişileri HDP’nin ısrarla aday göstermesi HDP’nin iyi niyetli olmadığını ve problem çıkarmak istediğini gösteriyor. Sabıkası, soruşturması olmayan kimseleri aday göstermek yerine bu tarz problem olan kişileri seçmesi toplumu germek istediğini gösteriyor.
Eş başkan diye icat ettikleri bir uygulama ile Kandil’den ismi gelen birini seçilmiş başkanın yanına koyarak belediyede en üst görevlerde yetkilendiriyorlar. Belediye veya devletin herhangi bir kurumunun terörle ilişkisi kabul edilemez. Bunu dünyada hiçbir devlet kabul etmez.
Tabii ülkemizde bir de çifte standart var. Bir CHP milletvekili Mısır’ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yapılan antidemokratik darbe ile ilgili paylaşımında, “Seçimle geldik diye kafa tutan Mursi üç günde gitti. Demokrasinin sandıktan ibaret olmadığını anlayabildi mi?” demişti. Bu zat, üç belediye başkanının görevden uzaklaştırılmasını ise ‘’seçmen iradesinin gaspı’’ olarak nitelendiriyor. Tutarsızlık diz boyu maalesef. Konjonktürel olmak değil, ilkeli olmak esas olmalıdır.
Belediyelerin teröre kaynak aktarmasına elbette asla göz yumulamaz. Ancak başka Belediyelerde de imar ve ruhsat yolsuzluklarına engel olunamadı. Hatta bu tip uygulamalar içinde olan bazı isimlere partilerin üst yönetiminde yer verilmesi halkın partilere bakışını değiştiriyor.
NEVZAT ÜLGER
SİZ HANGİ KÜMEYE GİRİYORSUNUZ?
SİZ HANGİ KÜMEYE GİRİYORSUNUZ?
Türkiye’de 34 ilde yaşayan 14 yaş üstündeki vatandaşlarımızdan 15.000 kişiyle gerçekleştirilen bir araştırma sonuçları “Türkiye’nin Sosyal Profili” hakkında önemli sonuçlar veriyor. “İPSOS”un yaptığı araştırmada Prof. Dr. Nilüfer Narlı imzasının da önemini belirtmek gerekir. Sonuçları hakkında bir şeyler elbette söyleyeceğim ama önce kümeleri tanıyalım:
1-Memnun Muhafazakarlar: “Türkiye Ortadoğu’nun en güçlü ülkesidir” cümlesini çok seviyorlar. Hepsinin tuzu kuru değil ama Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durumdan en memnun vatandaşlar bunlar. %23,7. Türkiye’de en büyük gurup.
2-Özgürlükçü Modernler: Sosyo-ekonomik statüleri yüksek, eğitimli bireyler bunlar. Farklı etnik köken, siyasi eğilim, cinsel eğilimi olan kişilere hoşgörüyle yaklaşılması gerektiğini düşünüyorlar. Çevre duyarlılıkları yüksek, sosyal yaşamda oldukça aktifler. %16,2. İkinci en kalabalık gurup.
3-Kaygılı Modernler: En çok kullandıkları cümle: ’Ne olacak bu memleketin hali…’ Aslında gelir düzeyleri, memnun muhafazakârlardan daha iyi. Daha yüksek eğitimliler. Tabii eğitim yükseldikçe ülkenin içinde bulunduğu durumu daha iyi kavrıyor. O nedenle Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durumdan memnun değiller. %14,2
4-Yılgın Demokratlar: Dillerinden düşmeyen cümle: ’Ülke elden gitti…’ Eğitimleri yüksek. Geçim zorluğu nedeniyle de hayatlarından memnun değiller. Gelecekten beklentileri düşük. Ülkenin ve ailesinin geleceği ile ilgili kaygıları var. %13
5-Koyu Muhafazakarlar (Koyu Dindarlar): Eğitim seviyeleri düşük. Dini inançları siyasi ve sosyal hayatlarındaki bütün tutumlarını etkiliyor. Siyasiler için kolay yönlendirilebilirler. %11,5
6-Kayıtsız Şikayetçiler: Eğitim düzeyi Türkiye ortalamasının altında. Yaşları daha çok 26-35 yaş aralığında. Çoğu düşük-orta sosyoekonomik statüde. Türkiye geneline kıyasla fazla bir sosyal yaşantıları yok. Ailelerinden çok arkadaşlarına zaman ayırmayı seviyorlar. Yani erkekleri mahalle kahvesinde vakit geçirmeyi tercih ediyor. Ama teknoloji merakları var ve bu nedenle borç harç da olsa elektronik cihazlarını sıklıkla değiştiriyorlar. Sosyal medyada vakit geçirmeyi seviyorlar. %11,1
7-Mazbut Kanaatkarlar: Daha çok kırsal yöre insanları. Yaş ortalamaları 36’nın üzerinde. Düşük sosyoekonomik statüden insanlar. Az eğitimliler ve kalabalık hanelerde yaşıyorlar. Sosyal olarak daha çok ailesiyle vakit geçiren, yaşadığı mahalleyi ve hayatı seven, dini inançlarına bağlı bireyler.%10,3
Şimdi elinize kağıt kalem alın ve ben hangi gurubun özelliklerine daha fazla yatkınım diyerek maddeleri işaretleyin. Yalnız kendinizi değil, arkadaşlarınızı ve komşularınızı da işaretleyebilirsiniz. Göreceksiniz ki; çok renkli bir ülkedeyiz ve benim gurubum daha baskındır diyebileceğiniz bir küme yok aslında. Belirgin cümleler:
“Her şey daha iyi olmalı’
“Umudum yok ama daha iyi olmalı’
“Her şey mutlaka daha iyi olacak’
“Zaten en iyisi, daha ne iyi olacak’ şeklinde. Küme mensuplarından “daha beter olsun” diyen hiç yok. Bu çok önemli.
Bir başka yazıda bu başlıklarda kullanılan kavramların nereye oturduğunu da irdeleyelim. Ancak şunu söyleyebiliriz bir ön cümle olarak; sağ ve sol kavramları Türk toplumuna uygun kelimeler hiç değil.
NEVZAT ÜLGER
“HARPUT’A GİDEK NEDEK!”
“HADİ HARPUT’A GİDEK”
Bugün merhum Şeref Tan’ın; iki gün önce yayımladığımız İshak Rafet Acaralp’ın “Hadi Harput’a Gidek” şiirine nazire olarak yazdığı “Harput’a Gidek Nedek” şiiriyle hem iki öğretmenin, hem de dayı yeğenin olumlu ve olumsuz tutkularını göreceğiz. Bu şiir aynı zamanda Şeref Tan’ın virane Harput’un olumsuzluğu karşısındaki ruhsal durumunu göstermesi bakımından da önemli bir şiirdir.
Bu iki şiir “kültürel kaynaklar tekrarlanmadıkça korunmaları ve canlandırılmaları mümkün değildir” düşüncesine de laboratuarlık görevi görmektedir.
HARPUT’A GİDEK NEDEK!
Yağız atı sal dayı, tarladaki gazuhdan,
Eski dadlar yoh olmuş, sevgili Elazığ’dan.
Tefo, İbo, Gakkom gil, hepsi hatıra oldu.
Bübül sesi kesilmiş, Şorşor’da ki o bağdan.
Çayırlığa yığılan, çoc eden biz değiliz.
Hasavandaki tudu, hap eden biz değiliz.
Tomatesnen, balcanın tadı duzu galmamış.
Güveç yeyip Harput’a giden de biz değiliz.
Yarı çavuş suyunun sadece adı galmış,
Harput ververan olmuş, yalavuz adı galmış.
Arapbaba, Fetahmet, hepsi bize darılmış.
Sarayhatun, boşalmış; Allah feryadı galmış.
Maya diyen, yır söyliyen, galdı mı ki hey gakko?
Fide nerde, Ünes nerde, nerde Tefçi Şafo?
Zoro’nun hançerine gümüş köstek ne lazım,
Bi dömbek alah, çalsın bize Köynekli Tefo.
İri Güllü güzelmiş, velâkin biz görmedik.
Cimşit Hamamındaki sefayı biz sürmedik.
Bi zaman Nesibeymiş, Çatalgaya dilberi,
Bize Müsebbiye’nin bile eli değmedi.
Şimdikiler, Gala’ya teleferik guracah,
Cepler, payam yerine, ceviz orcik dolacah.
Kesirigin nahnaları, çimentonun tozundan,
Su degince, beton olup donacah.
Tudun gıkkiliginde, şimdi kelkerkezler var.
Gomşu itin enigü, büyüdü oldu zağar.
Külbe vurmah mümkün mü, onun kel gafasına?
Küçükken acımıştık, şimdi o bizi boğar.
Mezire’de el ele veren yaren galmamış.
Hacı Serçe, Arpacı, Şedele, Hacı Baloş,
Gışoğlu, Hacı Gaya, Asım Çötelioğlu,
Gubbede bi hoş seda, bi hatıra galmış.
At mı galdı, eyerine al çuha işledecek,
Topal eşek bile yoh, Mezire’ye gidecek.
Çarşı iti gillerin Esme, etse de nazar,
İpibillah, sivri külah, neme nazar değecek.
Bahan da bi haber sal, bulursan kellecoşu,
Tud ununu, gurudu, tarhana, kenger aşı,
Bunbarı, gaburgayı, gakırdağı, kelleyi,
Unuttuh bunun gibi bir çoh yemeği.
Biz de ganbur felekten almışız nasibimiz,
Bi zamanlar ne idik, düşün kü şimdi neyiz?
Sıla hasreti, galpde, sancı gibi gezse de,
Derviş misali, döner, ebedi gurbetteyiz.
Gözün sevem dayı, destanın çok hoş olmuş,
Ondörtlük Ülkü’nün elinde bade dolmuş.
Düğünlerin şenliği More gızı hanı ya?
Onlar da gül misali bir açılıp bir solmuş.
Südlü tandur ekmeğine ben de yerik yeridim.
Acaralp’ın şiirini okudukca eridim.
Perçençli Hayriye Diyeze duydum kofik doldurmuş.
Yanında goruh helvası varmış etli tiridin.
Şeref’in Haddi değil, İshak Begle yarışmah,
Bizimkisi yalavuz, bigaç benzetme yapmah,
Rahmi Harputi’nin torunu ile çömelip,
Benim gibi çömeze caiz mi aşıh atmah.
ŞEREF TAN
“HADİ HARPUT’A GİDEK”
“HADİ HARPUT’A GİDEK”
Bugün İshak Rafet ACARALP üstadımızın mahalli lisanla yazdığı “Hadi Harput’a Gidek” şiirini yayımlıyorum. Biliyorum şiir 30 yıl önce yazıldı ve birkaç defa da gazete sütunlarına taşındı. Hatta merhum Şeref Tan da “Harput’a Gidek de Nedek” başlığı ile bir şiir yazdı ve iki şiir de o zamanki “Turan” gazetesinde “Dayı-Yeğen” mottosu ile yayımlanmıştı.
Mahalli kelimelerin kaybolmaması için, içinde bu kelimelerin olduğu şiir ve nesirlerin zaman zaman gündeme gelmesi gerekir diye düşünüyorum.
Bugün İshak Rafet Aceralp üstadımızın şiirini, iki gün sonra da Şeref Tan hocamızın şiirini yayımlayacağım. İstek olması halinde de iki şiiri bir de aynı sayfada yayımlamayı düşünüyorum. Zevkle okunacağı kanaatindeyim. İki şairimize de Allah rahmet etsin.
HADİ HARPUT’A GİDEK
Yağız atı bağladım, tarladaki gazuğa | Dut’un gıkgıliginde çullu garga pınigi |
Toplanın çağalarım, hep gidek Elazığ’a | Yumurtasını almış komşu itin enügü |
Tefo, İbo gakgom gil, Manoş’u al sen de gel | Dedim ki külbe vuram ben onun kel başına |
Dipsiz gölle Şorşor’un, arasındaki bağa | Nedem anam acıdım kıyamadım yaşına |
| |
Çalılığa yığılın Dud dibinde çöç edek | Mezire’de bir zaman vermişlerdi el ele |
Hasavana dökülen dudları hap hap edek | Arpacı, Hacı Baloş, Hacı Serçe, Şedele |
Domatesle balcanı doğramıştım güvece | Baboş gilin Mustafa, Hacı Kaya, Kışoğlu |
Bişsin onu da yiyek, sonra Harput’a gidek | Vezir gibi gezerdi, Asım Çötelioğlu |
|
|
Sarı çavuş suyunda, her derde şifa vardır | Atımın eyerine işledim al çuha |
Papur yolundan gidek, İt yokuşu çok dardır. | Çarşı iti gilin Esmeye baba çıha |
Arap Baba, Fatih Ahmet gezek ziyaret edek | Bi nazar etse çatlar gavurma çinileri |
Dönek Sarahatun’da Allah’a secde edek | Bundan gorhar gaçardı, deli hamam cinleri |
|
|
Bir maya söyle gakgoş, duysun galalı ibo | Çoktandır ayrılmışım eşimden yoldaşımdan |
Belki de duyar gelir, Kore’nin oğlu Mamo | Mastar Dağı benmiyim duman kalkmaz başımdan |
Gümüş köstek takalım Zoro’nun hançerine | Kuruttan kellecoş yap kortig canağa doldur |
Görün şalı kuşağın soksun ara yerine | Hasretle gaşuhluyah tatlı Harput aşından |
| |
Derler ki çok güzelmiş, Harput’lu İri Güllü | Kör ola gambur felek zehir gattı aşıma |
Cimşit Hamamı’ndaki peştamalı püsküllü | Ayırdı memleketten toprah ola başına |
Nesibeyle güzeldi Çatalkaya dilberi | Emoş bibiye sordum “öskedin mi Harput’u” |
Onlara ne türküler söylemiş Hafız Nuri, | Dedi “ben kurban olam toprağına taşına” |
| |
Galadan yenek yayan, dayan yüreğim dayan | Yerik gibi istemiş goruh helvası canım |
Saray bahçalarında cebimiz dolsun payam | Onu çok hoş yaparmış Perçenç’li Heyriye Hanım |
Hade durmayın gezek Hüsenik’de, Mornik’de | İsak der ki yurdumun hasretiyle coştum ben |
Nahna yemek istersen oturak Kesirik’de | Şu anda hançer vursan akmaz bir damla kanım |
İshak Rafet ACARALP
NEVZAT ÜLGER
HANGİ PARTİ İYİDİR?
HANGİ PARTİ İYİDİR?
Türkiye’de ne partiler kurulmuş ya da kurdurulmuştu bu güne kadar. Daha ne kadar da kurdurulur. Sayısı çok fazla olduğu için bazı siyasi gözlemciler “Türkiye, siyasi partiler mezarlığıdır” demekten kendilerini alamamışlardır.
Gün gelmiş partileri sermaye kurdurmuş, gün gelmiş devlet. Elbette insanların bir kısmı da ne sermayeye ne de devlete dayanmadan parti kurmuşlardır ama yaşama süreleri sınırlı olmakla kalmamış, bir hayli de mobbinge uğramışlardır.
Türkiye’deki bu partilerden yalnız CHP, cumhuriyeti kurmak için örgütlenmiş ve bu hedefini de gerçekleştirmiştir. Müdafa-i Hukuk cemiyetleri (dernekleri) sonradan birleştirilerek parti haline getirilmiştir. Diğer bir anlatımla da CHP’nin nüvesini İttihat ve Terakki Cemiyeti oluşturmuştur. Bu yapı zaman zaman problemler de çıkarmıştır. Hatta bir ara işler sıkıntı vermeye başlayınca Atatürk 1932 yılında Türk Ocaklarını kapatmış ve onların yerine Halk Evlerini kurdurmuştur. Türk Ocakları ancak 1949 yılında açılabilmiştir. Atatürk yaşadığı müddetçe CHP’nin değişmez ve değiştirilemez Genel Başkanı olmuştur. Ancak onu da devamlı destekleyen bir Fevzi Çakmak (yani ordu) olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Elbette İsmet İnönü de var ama gerektiğinde o görmezden gelinebiliyor. Nitekim 1937’de İnönü görevden uzaklaştırılmıştır.
Sonra ardından Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan dörtlüsüne kurdurulan Demokrat Parti (DP) geliyor. Bu partide Celal Bayar ve onu destekleyen sermayeyi dengelen Adnan Menderes faktörünü iyi anlamak gerekir. Halk, sermayenin desteklediği Bayar ve ekibinden ziyade Menderes ve ekibini desteklemiştir. Nitekim 1960 sonrasında da AP karşısında duran Bayar’a halk itibar etmemiştir.
Sonra sermayenin açıktan desteklediği Süleyman Demirel ve Adalet Partisi (AP) var. Demirel de önce parti içerisinden Saadettin Bilgiç ve Ferruh Bozbeyli vasıtasıyla dengelenmek istenmiş ama başarılı olamayınca Erbakan ve ekibine parti kurdurularak denge aranmıştır. Ancak Erbakan ve ekibinin kontrol dışına çıkmasıyla da Turgut Özal faktörü devreye sokularak hem Erbakan hem de Süleyman Demirel ikilisinin alternatifi gibi bir rol verilmiştir.
Bir ara formül olarak CHP ve onun lideri İsmet İnönü önce Turhan Fevzioğlu ile dengelenmek istenmiş ancak başarılı olunamayınca Bülent Ecevit’le dengelenme yoluna gitmiştir.
Önce bir takım dengeler için kuruluşuna izin verilen Erbakan ve onun kurduğu partiler bir türlü arzu edilen noktada tutulamayınca, önce 28 Şubat hareketi başlatılmış, ancak halktan büyük tepki alınca Fethullah Gülen eliyle Erbakan kötülenmeye çalışılmış ama tutmayınca da karşısına siyasi rakip çıkarma yoluna gidilmiştir.
1999 yılından itibaren farklı bir yol izlenerek kısa bir süre sonra AK Parti kurdurulmuş ve bu parti girdiği ilk seçimde iktidar olmuştur. Kurulduğu tarihten çok kısa bir süre sonra yalnız sermaye değil, ordu da Tayyip Erdoğan’ı desteklemeye başlamıştır. Ordunun bu desteği hala devam etmektedir. Zaten yapılan düzenlemelerle de ordu, hükümet içerisinde güçlendirilerek dengeler oluşturulmuştur. Eski Genel Kurmay Başkanı’nın bakanlığa alınması ile birlikte, yapılması çok zor görülen “kuvvet komutanlıkları”nın, Genel Kurmaya değil, direkt Milli Savunma Bakanlığına bağlanması sağlanmıştır.
Bunun yanında; bir kısım sermayenin kurdurduğu partiler, ordu içindeki bazı gurupların destekledikleri partiler, bir başka partiyi dengeleyen partiler, bazı toplum kesimlerinin gazını alan partiler, dış güçlerin destekledikleri partiler de vardır elbette. Komünist Partisi, Liberal Parti, etnik yapılara dayalı partiler vd böyle kurulmuşlardır. Bunlar ihtiyaç duyuldukları zaman devreye alınan partilerdir.
Bu gün de yeni parti kurma çalışmalarının yapıldığı elbette bir sır değil. Bu partileri kimler niçin destekleyebilir sorusuna da bir başka yazıda cevap arayalım.
NEVZAT ÜLGER
YA PARANIZA GÜVENİN YA ÇALIŞMANIZA
YA PARANIZA GÜVENİN YA ÇALIŞMANIZA
Paranız yoksa tesadüfen yaşayacaksınız demektir. Maltus öyle demişti ya; “altta kalanın canı çıksın”. Ama bu kalabalıklar da bir gün siyasi örgütlenme içerisine girerlerse inanın birinci parti olurlar.
Paranız var ama puanınız düşükse, hiç endişe etmeye gerek yok. Vakıf üniversitelerinin tüm bölümleri sonuna kadar size açıktır. Tabi her yıl bir servet ödemeyi göze alabilenler için.
Ama paranız yok ve puanınız da düşükse ne devlet üniversitelerinde ne de vakıf üniversitelerinde kapılar size açık değildir.
Bir de tercih hatası yapanlar var. Adam vakıf üniversitelerinin ücretini düşünmeden tercih yapıyor. Sonra da para miktarını fark ediyor ama iş işten geçmiş oluyor. Böylece üniversiteyi kazanma puanına rağmen kayıt yaptıramayanların sayısı 120 bin diyor ilgilisi. Bunların çoğu ya vakıf üniversitelerinin ücretine ve şartlarına dikkat etmiyor, ya kazandığı programı beğenmiyor ya da yeni beklentiler içerisine giriyor.
Tabi, ortada bir soru hala cevap bekliyor; üniversiteye giremeyen talipli sayısı 2,5 milyon olduğu halde, neden üniversitelerde hala 200 bin kontenjan açığı var?
Hoşumuza gider veya gitmez, cari sistemde ya paranız çok olacak veya geleceği doğru okuyarak bir adım önde olmayı seçeceğiz.
ÖSYM (2019) PANİK ÇIKARDI
2019 YKS (Yükseköğretim Kurumları Sınavı) çarpıcı sonuçlar serdi etrafa.
Temel yeterlilik testinde en az 180 barajını geçenlerin oranı % 53,72 oldu.
Adayların %46,28’i lisans (dört yıllık fakülte ve yüksek okul) bölümlerini tercih için gerekli puanı alamadı.
Alan yeterlilik testlerinde de 10 adaydan 6’sı 180 puanı geçemedi, 556.184 aday hiçbir soruyu cevaplamadı.
Fen bilimleri testinde 787 bin kişi tek doğru yapmadı.
Temel matematik testinde ise sıfır çekenlerin sayısı 307.712 oldu. Bu kısımda sadece 671 aday tüm soruları cevapladı.
Elbette bu sonuçlar büyük bir paniğe neden oldu. Olmaz mı?
ŞULE YÜKSEL ŞENLER
1938/ Kayseri doğumlu olan Şule Yüksel Şenler 28 Ağustos 2019 günü İstanbul’da vefat etti. Allah rahmet etsin. Cenaze törenine Cumhurbaşkanı da katıldı. Şule Hanım hayatta iken yaptığı mücadelenin fiili sonuçlarını hem artı yönleri ile hem de eksi yönleri ile gördü. O bir aktivist değildi. O inanmış bir mümine hanımdı. Meşhur olmak gibi bir hedefi hiç olmadı zannederim. Zaten 1965 yılında 27 yaşında iken tesettüre girmişti.
Kendisi “romancı” olmadığı halde yazdığı “Huzur Sokağı” romanı önemli baskılar yaptı. “Birleşen Yollar” diye sinemaya uyarlandı. Büyük de sükse yaptı. Bu film ve elbette Huzur Sokağı romanı aslında dindarların da asrilerin de bütün açmazlarını ortaya koyuyordu.
Şule Hanım, roman yazmak için roman yazmadı. O, derdini bu yolla anlatacağı için bu romanı yazdı. Hatta onun bu hareketi, yönetimlerin “kadınlar” üzerindeki dayatmacı tezlerinin ışıklarını önemli ölçüde söndürdü.
1934 yılında kadınlara tanınan seçme ve seçilme hakkı aslında tesettürlü hanımlar için 30 Mart 2014 yılına kadar sadece seçme hakkı olarak uygulanmıştı. Tesettürlü hanımların seçilme hakları ancak 80 yıl sonra tanınmıştı. Bunda Şule Yüksel Hanımın önemli bir payı vardı.
28 Şubat hareketinin kadınlar üzerindeki baskısı da kısa sürdü ve özellikle son yirmi yılda, bir zamanların tek parti dayatmaları, zamana ve insanlardaki özgürlük arzularına mağlup oldu.
Bu vesile ile Şule Yüksel Şenler’e ve Birleşen Yollar filminin yapımcısı Yücel Çakmaklı’ya Allah’tan rahmet diliyorum.
NEVZAT ÜLGER