BİR DÖNEMİN SOLCULARI
BİR DÖNEMİN SOLCULARI
Devir 1940’lı yıllar. İkinci Dünya Savaşı sonrası. Dünya iki kutuba bölüştürülmüş. Doğu ve Batı. Biz de Batı bloku içerisinde yer almak istitoruz. Bu arada Türk aydınlarının arasında önemli bir konu hep yazılıp çiziliyor: Türkiye’nin geri kalmışlığı. Bu konu o kadar tartışılmış ki o dönemin aydınları arasında, yığınla yayın çıkmış ortaya.
Türk aydınlarının yüzü o dönemde hep Batı’ya dönük olduğu için; Avrupa’da esen fikirlere göre içeride fikir beyan edip, makale ve kitaplar yazıyorlar. O yıllarda da iki kavram aydınlarımız arasında çok revaçta; Marks ve ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı). İki kelime de aynı ismin imzasını taşıyor.
Doğu-avrupa’da Osmanlı toplum yapısı başlangıçta Marks’ın feodal toplum teorisine göre yorumlandığından, bizdeki aydınlar da hep aynı çizgiyi takip etmişlerdir. Gerçi kısa bir süre sonra ATÜT’çü yazarlar Osmanlı toplumunda feodalizmin olmadığını fark ederek ifadelerini ılımlılaştırmışlardı ama artık sol ideoloji onların çoğu için vazgeçilmez bir tutku olmuştu. Elbette bunda birçok da faydaları vardı bu yazar ve çizerlerin. Zira yazdıkları her türlü eserleri “Komünizm” çemberindeki ülkelerde hemen tercüme ediliyor ve bu işten de hem haz, hem de gelir alıyorlardı. Çok sıradan yazarların dahi kitaplarının o ülke dillerine tercüme edildiğini görmek, ne demek istediğimizi iyi anlatır.
Zaten dönemin aydınları tarafından yazılan kitaplara baktığımız zaman; Osmanlı ekonomisinin karekterlerinin tarihi verilere uygun tarzda ele alınmayıp daha çok olayları “teoriye uydurma” şeklinde ele alındığını rahatlıkla görebiliyoruz. Aslında Osmanlı ve çağdaşı olan ülkelerin çoğunun tarım toplumu olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Dünyada bu işleyişin dışına çıkma yöntemleri 18. yüzyılla başlar. Dünya iktisat tarihi nasıl “sanayi devriminden önce” ve “sanayi devriminden sonra” diye iki bölümde inceleniyor veya tarım toplumları ve sanayi toplumları diye kategorize ediliyorsa, Osmanlı iktisat tarihi de esas itibariyle 18. Asırdan önce ve 18. Asırdan sonra diye iki bölümde incelenebilir. Tarım toplumu sistemlerini bu gün işletemezsiniz, çünkü o sistem tarım toplumuna özgüydü. Şimdi yeni şeyler söyleme zamanıdır.
Dönemin aydınları; Osmanlı toprağının tamamen devlete ait olması ile vatandaşlarının üretim, ticaret ve alım-satımlarının üzerindeki devlet denetlemeciliğinin “miri sistemle, tımar sistemi ve ahilik sistemi” ile izahını illede dindışı yapmak istediklerinden devamlı yanlışa düşmekten kurtulamamışlardır. Halbuki aynı ekolün günümüzdeki uzantıları da şimdilerde “neden devletin sahiplik ve denetimi” yetersiz diye bağırıyorlar. Çünkü dertleri rasyonal bir toplum düzeninden ziyade Maarksizm’le akrabalık bağları kuvvetli olan “ideolojik devlet” özlemi üzerine kurulu.
Planlı kalkınma dönemi olarak başlayan 1960 sonrasının gerek resmi gerekse sivil yazılımlarına baktığımız zaman da hep aynı yanlışlığı görebiliyoruz. Çok namlı isimlerden örnekler vermek mümkün ama o çalışmalara, gönlünü sadece ideolojilere açmış insanların samimi eserleri olarak baktığımızdan bu yola girmiyorum. Bunların çoğu söylediklerinde belki samimi ama ideolojilerin insan düşüncesinin önünü tıkayan en büyük tıkaçlar olduğunu demek ki fark edememişler. Tek yönlü okuma ve ideolojik düşünme!
Türkiye’de “sol” nasıl oluştu ve gelişti konusunu düşünürken bu yakın geçmiş aydınlarının tutumlarını ve tutumlarındaki sebepleri iyi görmek gerekir.
O günün solcuları ile onların takipçileri şimdilerde birer “kapitalist” oldular. Başlangıç düğmesini yine yanlış düğümlediler.
NEVZAT ÜLGER
FIRAT’IN DOĞUSU VE ZAFER YAKINDIR
FIRAT’IN DOĞUSU VE ZAFER YAKINDIR
Türkiye uzun uğraşılardan sonra, Suriye’de genişliği ve derinliği -en azından bizim bilmediğimiz-, ancak endişeleri telafi edecek seviyede bir bölgeyi kontrolü altına alma yetkisini elde etti. Anlaşılan o ki, ABD böyle bir bölgenin oluşmasına destek de vermeyecek ama belli şartlarla köstek de olmayacak. Nedir ABD’nin şartı; bölgede kamp veya hapishanelerde tuttukları İŞİD elemanlarına ve onların ailelerine çözüm üretmemizi istiyorlar. Tabi nasıl olacağı henüz belli olmamakla birlikte şartları bu.
Dost ve düşman herkes artık kabul ediyor ki; Türkiye bu bölgede istediğini önemli ölçüde aldı. Şimdi bu bölgeleri Türkiye’deki göçmenleri yerleştirmek için kullanacak ve böylelikle de PKK/PYD örgütünü Türkiye’den uzak tutacak. Yapılan bu hamleler oldukça önemlidir ve büyük bir başarıdır. Yani bölgede yeni bir demografik yapı oluşturulacak ve Türkiye’ye muhalif bir harekete zemin kalmayacak demektir.
Sıkıntılar olacak mı, elbette olacak. ABD’den de, Rusya’dan da, AB’den de diğer başka aktörlerden de çeşitli problemler oluşacaktır, ama bunun da normal olduğunu kabul etmek gerekir. Bu sıkıntılar ABD başkanının seçimi ile de ilgilidir, Türkiye’nin oyun kurucu olmasını istemeyen bölge ülkeleri ile de ilgilidir.
Türkiye’nin amacı burada güç kullanmak değil, bölgeye huzurun gelmesini temin etmektir. Ancak güç kullanmak gerekirse, Türkiye bu gücü hem kullanmaya muktedirdir hem de diplomaside artık yeni sayfalar açabilecek yetkinliktedir.
Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatından sonra nasıl o bölgeler rahata kavuşmuşsa, oralarda nasıl PKK/PYD varlığı oluşmuyorsa, şimdi bu yeni bölge de aynı huzura kavuşacaktır. Böylece Türkiye de devamlı ayağına dolandırılan bu terör yumağını bir hayli uzaklaştırmış ve azaltmış olacaktır.
Trump durumu anlasa da ABD’deki kurulu sstem konuyu anlamamakta elbette ısrar edecektir. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan da; “Bu iş öyle üç beş helikopter uçuşu, beş on araç devriyesi ile olacak iş değildir” kestirip atmıştı. Çıtayı sürekli yüksekte tuttu ve şimdilik sonucunu da Türkiye alıyor. Varılan bu nokta Türkiye açısından önemli bir başarı göstergesidir bana göre.
Büyük bir operasyon.
Büyük bir hamle.
Siyasi bir başarı.
Fırat’ın batısından daha büyük ve daha önemli bir bölge.
Türkiye kararlı. Attığı adımları iyi hesaplayarak atıyor.
Siyasi partiler yekvücut. Halkın tamamına yakını yapılan harekatı onaylıyor ve dua ediyor. Camilere gidince halkın duasını ve sevincini rahatlıkla görebiliyorsunuz.
Harekat barışa yönelik.
Hem Türkiyenin hem de Suriye’nin elini güçlendirecek bir hamle. Artık Türkiye de, bölge de, dünya da değişmiştir. Yıllardır ikna olmayan ABD ikna olmuştur. Ancak Trump başta iken konuyu çözmek gerekir. Çünkü ABD’nin kurulu sistemi kaostan besleniyor.
İnşallah Türkiye zayiat vermeden bu işi başaracaktır.
Allah ordumuzun yardımcısı olsun.
Allah karar alıcıların basiretini artırsın.
Bu ülke “Barış Harekatlarını” kazanmayı hep başarmıştır. İnşallah yine başaracaktır.
NEVZAT ÜLGER
KENDİMİZE GELİYORUZ
KENDİMİZE GELİYORUZ
20. yüzyılın ikinci yarısını start kabul edersek, Müslümanlar özellikle son çeyreğinden itibaren anti emperyalist ve anti sömürgeci davranışlar sergileyerek önemli oranda “anti-Batıcı” olmaya başlamışlardır. Başkalarının medeniyet kodları yavaş yavaş atılarak kendi medeniyet kodlarıyla düşünmeye ve davranışlar sergilemeye başlayan İslam dünyası artık teknik sahada ve politik alanda olduğu kadar finans alanında da görülmeye başlamıştır. Elbette kamil manada günümüz Müslümanı, henüz “ doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,/ asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” noktasına gelememiştir. Ancak Müslümanlar “pergel metaforu” perspektifinden hareketle, sabit ayağın belirleyici gücü ile evrensel değerlerin peşine düşmüşlerdir.
Zihni dünyamız genellikle berraklaşmaya başlamıştır. Türkiye’deki son olaylar karşısında gösterilen toplum refleksleri de bunu işaret ediyor zaten.
İslam medeniyeti tekrar etkin bir konuma gelebilecek atılımları sergilemeye başlamıştır. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” ilkesince Türkiye üzerinden durdurulan bu medeniyet yine Türkiye merkezli olarak ayağa kalkmaya başlamıştır. Zaten bu medeniyetin artık düştüğü yerde kalacağını iddia etmek, insanlık tarihi boyunca meydana gelen medeniyet iniş ve çıkışlarını görmemek demektir. Medeniyetler için düşüş ve yükselişleri görmemek, belki bilmemek anlamına gelebilir ama aldatıcı bir bakış tarzıdır. Hatta İslam Medeniyeti’ndeki bu diriliş Batı’yı rahatsız ettiği için, genelde “Medeniyetler Çatışması”ndan, özelde de Türkiye üzerine oynanan oyunlardan bahsetmekte bir sakınca yoktur zannederim.
Avrasya Tüneli, Kanal İstanbul, 3. Hava Limanı, milli silah sanayi ve yerli otomobil kalkınmamıza ve maddi alandaki değişimlerimize işaret etmektedir. “Dünya Beşten Büyüktür” gibi söylemlerle, kendi eski coğrafyamızla tekrar gönül köprüleri kurulmaya başlanmıştır. Bu coğrafyadan bu ülkenin hedeflerine sıcak yaklaşımların görünür varlığı da düşünce dünyamızdan fıtrat kanunlarımıza yakılmış birer ışık olarak görülmesinde hiçbir mahsur yoktur zannederim.
Dikkat edilirse yazılarımda “Batı” kelimesi hep büyük harfle yazıldı. Çünkü Batı bir yön ve coğrafi bölgeyi değil bir zihniyeti ifade etmektedir. Aydınlanma diye isimlendirilen ideolojik isimlendirme esas itibariyle geçen yüzyıldaki Batılı değerlere üstünlük yüklemeyi hedeflemektedir. Neticede Batı, esas itibariyle seküler bir kavram olmanın yanında “teolojik” bir kavramdır. Keza “Doğu” kelimesi de yine bir zihniyeti ifade etmekte olup, Batı dışında kalan disiplinleri kapsamaktadır.
Tabi siyaset, toplum hayatında var olan her konu ve her şeyle ilgilidir. Ancak günümüzde siyaset; ekonomiyi, dini, tarihi ve jeopolitiği de kullanarak hem ulusal hem de uluslar arası ilişkilerde tanımlayıcı ve herhalde kategorize edici bir işlev görmektedir. Hatta siyaset bu konular üzerinden ideoloji üretir duruma gelmiştir. İktidar savaşlarının altında kişisel hırs kadar esasen yaşanmakta olan İslam-Batı çekişmesinin ve tercihinin yattığı unutulmamalıdır.
Ülkemizde son zamanlarda kültür ve medeniyet üzerine çalışmaların arttığını, özellikle kültür ve medeniyet kavramlarının arasına ince çizgiler çekildiğini görüyoruz. Bazı üniversitelerimizde “Medeniyet Araştırma Merkez”lerinin kurulması da kendi medeniyetimiz adına yeni bir “ihya” hamlesi olduğunu ifade etmekte bir sakınca yoktur.
NEVZAT ÜLGER
İKTİSAT ESASLI FELSEFELER VE FEN
İKTİSAT ESASLI FELSEFELER VE FEN
Tarihte 25-26 kadar medeniyetin gelip geçtiği kayıtları var. Bu medeniyetlerden onaltı tanesini maalesef barbar Batı yok etmiştir. Yaşayan medeniyetlerin en dirileri ise İslam ve Batı medeniyetidir.
Geçmiş medeniyetlerin önde gelenlerinin mekanı; Afrika, Amerika ile Avrupa ve Asya’nın bileşimi olan Avrasya’dır. Avrasya esas itibariyle iki ayrı kıta olmayıp, özellikle sonradan zihniyet farklılığından dolayı ayrılmış (belki de ayrıştırılmış) iki mekandır. Bakıyoruz; önceleri Çin, Sümer, Mısır, Mezopotamya, Fenike, Filistin ve en son İslam; bu gün Doğu diye tanımlanan medeniyetler bu bölgeye mensuptu ve buradan Batı diye tabir edilen Avrupa’ya yayılmıştı.
Ve fakat Batı, Doğu’dan gelen medeniyetlerin kodları ile oynayarak daha çok üretim-tüketim ve kar hadleri konularını esas alarak, biraz da dindışı tabir edilen bu günkü kapitalist anlayışı doğurmuştur.
Geçmişte ilmî gelişmelere öncülük eden yerlerin başında Mısır, Çin ve Mezopotamya gelirdi. Zaman içinde bu ilmî merkezler kendi arasında yer değiştirmiştir. Bazen Mısır ilim merkezi olurken, bazen de Mezopotamya veya Çin ilim merkezi olmuştu.
Her medeniyet diğerinden görüşler alır. Çünkü medeniyetler enteraktiftirler. Yunan medeniyeti başta Mısır olmak üzere, Babil ve Sümer gibi medeniyetlerden çok etkilenmiştir. İspanya’da kurulan Müslüman Endülüs Emevi Devleti ile ilmin merkezi Avrupa’ya kaymıştır. Keza M.Ö. ve İslâm’ın ilk yıllarında fen bilimleri, Yunan felsefesi yolu ile yayıldı.
Halife Memun zamanında Yunan felsefesi Arapçaya tercüme edilince İslâm âlemi bu felsefe ile tanıştı.
O zamanın Yunan felsefesi hurafeler ile dolu idi. “Din süsü” verilerek toplum hızla dindışına çıkarılmıştı. Ne kadar iyi niyetle yaklaşırsak yaklaşalım, oldukça absürt ve çocukça anlayışlar üretilmişti. Yer tanrısı, gök tanrısı, aşk tanrısı, savaş tanrısı vd gibi uydurmalar üzerinden önce şirk, ardından da kar makzimazasyonunu sağlamak için dinin dışlanması hep Batı kaynaklı olmuştu.
İslam’ın gelişinden sonra felsefe ile uğraşan âlimlerin bir kısmı Müslüman olunca, kafalarındaki bu felsefe kırıntılarını tamamen silemediler, o kırıntılar ilk başta basit hikâye gibi anlatılıp-dinlenirken sonra hakikat olarak algılandılar. Çünkü felsefeyi bilenler okumuş âlim insanlardı. Bu insanların basit hikâye gibi anlattıkları felsefî konuları muhakeme yapamayan ve ilmi olmayan Müslümanlar hakikat olarak gördüler.
“Yunan felsefesinin çok az bir kısmı doğru, diğer kısımları hurafedir, İslâm ile uyuşmaz” diyor üstad. O zamanın İslâm felsefecileri bu felsefenin tamamını kabul ederek âyet ve hadisleri eğip büktüler. İsterseniz buna dinin dünyevileştirilmesi (sekülerizm) de diyebiliriz. Bu gelişme; insanı ve doğayı aşkın değerlerden-yaratıcıdan koparıp akıl temeli üstünde göstermeye çalışan “akılcılık”, “pozitivizm” veya “ilimcilik” diye de anlaşılabilir. Bu aynı zaman da “iktisat esaslı felsefik akım” olarak, Sosyalizm de denilen “Toplumculuk”, Komünizm, Faşizm ve Milli Toplumculuk akımlarını ortaya çıkarmıştır. İşte Seculerizm-Pozitivizm bu akımların merasıdır. Buradan beslenirler. Bilimsel görünme adına çok Müslüman bu akımlara kapılarak maalesef dini yalnız “kültür” mesabesinde görmüştür.
Bu arada “fen bilimleri” ile “fen bilimcileri”ni ayrı tutmak gerekir. Bilim yalan söylemez, kasıtlı yalan söyleyen bilim insanlarıdır. Bu ayırım hassastır ve akılda tutmak gerekir.
Üstad, bu zamanın fenlerinin tamamına yakınını doğru kabul ediyor. Fen ilimlerinin her bir dalını Allah’ın bir isminin yansıması olarak görüyor. Tıp Allah’ın Şafi ismidir diyor. Bu zamanda akıl ile nakil çatışmaz, eğer çatışır gibi bir durum varsa bu doğru değildir. Fen ilimlerini insanlığın aklı ve Allah’ın isimlerinin bir tezahürü olarak kabul eder.
Dünya ve ahireti kazanmak için dini ilimlerin yanında modern fenleri elde etmek de bir mahsur mu var?
NEVZAT ÜLGER
SİYASET VE DÜNYA
SİYASET VE DÜNYA
Günümüzde İslam dünyasının her yerinde kan akmaktadır; Müslümanlar birbirlerini öldürmektedir. Bir tek sebebi vardır: İktidar hırsı.
Müslümanlar, bütün sorunların iktidarla çözüme kavuşturulabileceği gibi bir yanılgının içindedirler. Elbette siyaset bir çözüm yeridir; ancak siyasiler bilime, bilim adamının sesine kulak verdikleri, emaneti ehline teslim ettikleri müddetçe başarılı olabilirler.
İslam dünyasının her yerinde hukuksuzluğun, adaletsizliğin ve derin yolsuzluk olmasının iktidar hırsı ve açgözlülükle irtibatlı olmaması mümkün müdür? İslam dünyası, özellikle Batı’nın sömürgesi olan yerler, son iki asırdır tarihte görülmemiş bir ezilmişlik duygusuna savrulmuştur. Ezilenler içlerinde daima ezenleri büyütürler. Nesneleşme, ezilmişliğin zirvesi anlamına gelir. Yeniden insani bilinç kazanmadan güçle tanışan ezilmişler, önce onurlarını, sonra da insanı insan yapan bütün değerleri kaybedebilirler. Müslüman kültürün şiddet üretmesi, biraz da bu ezilmişlikle ve mağlup medeniyet travması ile ilgili olmalıdır.
Toynbee’nin şu tespitlerinin, insanlık tarihi boyunca yaratılan medeniyetler üzerinde kafa yormuş, insanlığın geleceği ile ilgili kaygıları olan bir tarihçinin uyarıları olarak özel bir önem taşıdığı kanaatindeyim: ”Dinin anahtar ilkesi insanın birinci görevinin kendine egemen olmasıdır. Hırsımızın ve gururumuzun efendisi olmalıyız. Bu iki temel insan zayıflığı belki de hiçbir zaman, insanın teknolojik gelişmesinin bir sonucu olarak doğal çevreyle ilişkisini tersine çevirdiği çağımızda olduğu kadar yaygın olmamıştır. İnsanın son zamanlarda doğaya karşı kazandığı zaferler fazla gururlanmasına ve aynı zamanda hırsını doyurma gücünün artmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, çağdaş insanın çok gururlandığı bilimsel ve teknolojik başarılar, insanın bazı eski sorunlarını ancak yenilerini yaratmak pahasına çözebilmiştir. Gelişmiş diye anılan ülkelerde maddi zenginliğin bedeli doğal çevrenin kirlenmesi ve yeni kazanılan zenginliğin paylaşılmasında, onu yaratanlar arasında doğan toplumsal çatışma olmuştur.”
“Endüstri devriminin şimdiki bölümü bize bilimsel ve teknolojik gelişmesine karşın çağdaş insanın da ilkel insan gibi, içinde bulunduğu duruma egemen olmadığını göstermektedir. Duruma egemen olmayı başaramamıştır, çünkü kendine egemen değildir. Kendine egemen olmak, pişman olmayı önlemenin tek yoludur. Bu gerçek geleneksel dinler tarafından açıklanmıştır. Gelecekteki herhangi bir ciddi din tarafından da aynı şekilde açıklanacağına inanıyorum. Kendine egemen olmak kanımca dinin özüdür ve geleneksel dinsel ilkeyi savunan ve yayan bir dinin insanoğlunun saygısını kazanacağını düşünüyorum, çünkü bu ilkenin, insan olmak sorumluluğuna tek etkili yanıt olduğuna inanıyorum.” (Toynbee)
Müslümanların ekonomik, sosyo-kültürel, politik vb. pek çok sorunları var. Bu tür sorunların hepsi çözülebilir niteliktedir. Üretim artırılabilir. Toplumun sosyo-kültürel düzeyi yükseltilebilir. En zor olan, din dilini kullandığı için toplumu ayrıştıran siyasi sorunların bile üstesinden gelmek mümkündür. Bütün sorunları çözecek, refah düzeyini yükseltecek, adaleti sağlayacak olan “insan”dan başkası değildir.
Değişim bireyden başlayacaktır. Bir başka ifadeyle, bir toplumda yaygın “insan” algısı sağlıklı değilse, o toplumda sağlıklı değişimden söz etmek pek mümkün olmaz.
“İnsan” buharlaşmıştır. Bu bakımdan eğer yeni İslam medeniyetinden söz edilecekse, işe “insan”dan başlamak gerekmektedir. İnsani bilinç yeniden inşa edilmeden, insanla ilgili hiçbir şey insana mutluluk getirmez. İçinden geçtiğimiz süreçler, sadece İslam dünyasında değil, ihtiyar dünyamızın her yerinde “insan”ı nesneleştirmeye başlamıştır. İnsanın kendi yarattığı kültür, teknoloji; kendi oluşturduğu kurumlar, içinde yaşadığı toplum insanı esir almıştır. İnsan, tam anlamıyla bir “dijital kuşatma” altındadır. İnsanoğlu, insanı insan yapan yüksek insani değerleri yavaş yavaş unutmaya başlamıştır. En mühimi de, insanın kendi varlığının farkında olması gittikçe daha zor hale gelmektedir. Oysa insanla ilgili bütün süreçler, insanın kendi varlığının farkında olmasıyla ilgilidir. Bu varoluşsal farkındalık da ancak özgürlük bilinci ile birlikte mümkün olabilmektedir. Her insanın, Tanrı’nın özenle, en güzel şekilde, biricik, özgün bir varlık olarak yarattığı; akıl ve hür irade gibi üstün nimetlerle donattığı; bizatihi değer olduğu bilinmeden özgürlük bilincinin gelişeceğinden söz etmek biraz zordur. Özgürlük bilinci, doğrudan insanın sorumluluğu ile de ilgilidir. İnsanın yapıp ettiklerinden sorumlu tutulabilmesi için, özgür olması, farklı alternatifler karşısında tercih hakkının bulunması gerekmektedir. Üstelik özgürlük ve sorumluluk bilinci insanın kendi varlığının farkında oluşu ile birlikte fark edilir; bireysel çabalarla gelişebilir ve toplumun gelişmişlik düzeyine bağlı olarak kurumsal yapıların oluşmasında belirleyici olabilir. Yaratılışı itibariyle özgür olduğunun farkında olmayan, bu bilinci geliştirmek istemeyen kimseye hiç kimse yardımcı olamaz.
NEVZAT ÜLGER
CAMİLER HAFTASI VE DİN GÖREVLİLERİ
CAMİLER HAFTASI VE DİN GÖREVLİLERİ
1986 yılından beri, her yıl 1-7 Ekim günleri “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak kutlanıyor. Bu yılın teması da “Cami ve Kitap” olarak seçilmiş. Spot da bir cümle ile meramını ifade etmiş ilgililer; “cami hayatın içinde, hayat caminin içinde”. Güzel olmuş doğrusu, hayırlı olsun.
Bu vesile ile aklıma gelen bazı düşüncelerimi de sıralayayım.
“İnsanlar için inşa edilen ilk beyt (mâbed)” Kâbe’dir (Âl-i İmrân 3/96). Rivayete göre onun da ilk bânisi Hz. Âdem’dir. Nuh tufanında Kâbe’nin yeri belirsizleşince, Allah’ın bildirmesi ve emri üzerine Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail onu yeniden inşa etmişlerdir. Kâbe’ye Kur’an’ın ifadesi ile “Beytullah” denilmiştir.
Kabe, Allah’ın Arşı’nın veya Arş’ın altındaki Beytü-l Mamur’un yeryüzündeki iz düşümüdür ve Hz. Peygamberin ifadesiyle; Arş’ın altındaki bu beytten bir taş atılacak olsa, Kabe’nin damına düşer.
Kabe, İslam’daki farizalardan biri olan Hac ibadetinin gerçekleştirildiği bir mekandır. Kabe Mekke’dedir. Mekke ve Medine’nin de içinde bulunduğu belirli sınırlar dahiline de “Harem” denir. Osmanlı döneminde Harem bölgesine her yıl gönderilen yardımların, İstanbul’daki hareket bölgesine de Harem denilmiş ve hala da o isimle anılmaktadır.
Biz bazı kavramları Farslılardan aldığımız için, anlam aynı olsa da ifade edilişleri farklıdır. Salat yerine namaz, savm yerine oruç, resul yerine peygamber ve mescid yerine cami kelimeleri bunlardan bazılarıdır. Mescid, secde edilen yer anlamına geldiği gibi, cami de secde etmek için toplanılan yer anlamında kullanılıyor.
Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicretinde, şimdi Medine’nin içinde kalmakla birlikte, Mescidi Nebeviye uzaklığı beş km olan Kubâ’da yaptırdığı mescid, İslam’ın gelişinden sonraki ilk mesciddir. Hz. Peygamber burada 14 gün kalmıştır. Daha sonra Peygamber efendimiz her Cumartesi buraya gelip namaz kıldığı için, Müslümanlar da bu sünneti devam ettirmektedirler.
Medine’de bulunan Mescid-i Nebevî, Hz. Peygamberin inşasında bizzat çalıştığı bir mesciddir. Bu gün 400 dönümlük bir alan üzerinde Müslümanlara hizmet etmektedir. Hz. Peygamber’in markadı buradadır.
Hz. Ömer, fütuhatlar nedeniyle yeni kurulan yerleşim merkezlerinde bir merkez camisinin bulunmasını ve mahalleler için ayrı mescidler inşa edilmesini istemiştir. Vakit namazlarının mahallelilerin kendi mescidlerinde kılabileceğini belirtmiş, cuma günü ise herkesin büyük camide toplanmasını emretmiştir.
Emevî ve Abbâsîler döneminde büyüyen şehirlerde birkaç cuma camiine ihtiyaç duyulmuş ve yapılmıştır. Günümüzde ise bu camilerin sayısı oldukça fazladır.
Emevî Halifesi I. Velîd zamanında yaptırılan ve dünyanın sayılı mimari eserleri arasında kabul edilen Şam (Dımaşk) Emeviyye Camii halen ayaktadır.
İnşa edilen bir diğer kutsal mescid de Mescid-i Aksa’dır.
İbadet maksadıyla üç camiye seyahat edilebilir; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.
Daha sonraki asırlarda devlet adamları güçlerinin simgesi olarak muhteşem camiler inşa ettirdikleri gibi bazı kişiler de cami yaptırmaya özel bir gayret göstermişlerdir. Osmanlılar döneminde başta Bursa, Edirne ve İstanbul olmak üzere gelişen mimari üslûplarıyla birçok cami ve mescid yapılmıştır.
Türkiye’de bugün cami yapma, mevcutları tamir ve yaşatma şahıslar, dernekler ve özel vakıflar eliyle yapılmaktadır. Ancak buradaki bir yanlışlığa da işaret etmek gerekmektedir. Bu dernekler, cami inşaatı bittikten sonra caminin idaresini din görevlilerine bırakmaları gerekirken, cami içerisinde kendileri bir mekan ayırmakta ve camilerin işleyişlerine müdahale etmektedirler. Camide vaaz veren vaiz efendi sigaranın zararlarından bahsederken, burada oturan dernek mensupları sigaralarını tüttürmekte, biraz da istihza etmektedirler. Müftülerimiz Diyanet İşleri Başkanlığı ve elbette bağlı bulundukları bakanlık eliyle, inşaatı biten camilerin derneklerinin faaliyetlerine ihtiyaç duyuyorlarsa caminin dışında bir mekanda olmalarını kanunla sağlamalıdırlar. Kimse din üzerinden rant devşirmesin diyoruz ama bunu bizzat camide yaptığımızı da göz ardı ediyoruz.
Camide görevli olan kişiler imam, hatip, müezzin, vâiz, kussâs, kāri, cüzhan, bevvâb ve hademeler (kayyım) şeklinde sıralanabilir.
İslâm tarihinde ilk müezzin, hicrî 1. yılda Hz. Peygamber tarafından görevlendirilen Bilâl-i Habeşî’dir. Gözleri görmeyen sahâbî Abdullah b. Ümmü Mektûm da Hz. Peygamber’e müezzinlik yapmıştır.
İstanbul’da yaptırılan Çamlıca Camii de artık ülkemizde kayda değer bir camidir. Çamlıca, Üsküdar’da yapımına 29 Mart 2013’te başlanan cami, cumhuriyet tarihinin en büyük camisidir. 63 bin kişi kapasiteli ve 6 minarelidir. Toplam alanı 57 bin 500 metrekaredir. Camide, 11 bin metrekare büyüklüğünde Türk İslam eserlerinin yer alacağı bir müze ile 3 bin 500 metrekare büyüklüğünde bir sanat galerisi olacaktır. Komplekste ayrıca sanat atölyeleri, kütüphaneler ve konferans salonları, 3 bin 500 araç kapasiteli katlı bir otopark bulunuyor.
NEVZAT ÜLGER
TARİHİ KENTLER-YEREL YÖNETİMLER TOPLANTISI
TARİHİ KENTLER-YEREL YÖNETİMLER TOPLANTISI
Yukarı Fırat Havzası Kültür-Çevre Korumasında Çekül/ Tarihi Kentler Birliği ve Yerel Koruma konusunda etkili ve yetkili kurumların buluşma programı tertiplenmiş bulunuyor. Tabi, toplantıda yalnız kurumların değil, konu hakkında bilgisi olan birçok insanın da görüşleri alınacak ve bunların toplamından bir sonuç bildirisi yayımlanacaktır. Bu bildirinin yeni hizmet alanlarına ve mevcut hizmetlerin de yeni vizyon eklemelerine vesile olması dileği ile, toplantıyı tertip edenleri tebrik ediyorum.
4 Ekim 2019 Cuma günü “Tarihi Kentler Birliği ve Çekül işbirliği ile “Fırat 2023 Vizyon Programı” hazırlama” toplantısı diyor toplantı düzenleyicileri.
Amaçlarının, özellikle Fırat kıyısı yerleşmelerindeki ortak değerler ile farklılıkların tespit edilerek ortak bir proje hazırlamak olduğunu belirtiyor toplantı düzenleyicileri.
Bu kapsamda özellikle yerel aktörlerin beklentileri ve önerileri görüşmeler yoluyla alınacak diyorlar. Bu anlamda;
1-Fırat’ın Ortak Değerleri
2-Ortak Gelecek için Öneriler
3-Ne Yapalım, Nasıl Yapalım
şeklinde bir gündem olacak diyor yetkililer.
Toplantıya il dışından katılımcılar;
Ali Faruk Göksu-Tarihi Kentler Çekül Yönetim Kurulu Üyesi,
Hurşit Arslan-Tarihi Kentler Çekül Danışma Kurulu Üyesi,
Sıla Akalp Demirci-Şehir Plancısı, Tasarımcı,
Sonia Irani- Şehir Plancısı, Tasarımcı,
Ceren Kılıç Hale- Mimar,
Seda Gecü Erdem- Mimar,
Levent İskenderoğlu-Sanat Tarihçisi.
Yerel katılımcı olarak başta Elazığ Belediye Başkanı ile belde ve ilçe belediye başkanları var normal olarak.
Ayrıca komşu illerden de Pertek ve Çemişgezek belediye başkanları katılacaklar.
ETSO Başkanı, İl Kültür Müdürü ve ilgili birim müdürleri ile Fırat Üniversitesi’nin Coğrafya, Çevre ve Su Ürünleri birimlerinin yetkilileri de toplantılara katılıyorlar.
Ayrıca konu ile ilgili olan STK temsilcileri de toplantıya katılacaklar arsındalar.
Program akışının;
08.00-09.00- Harput’ta Kahvaltı ve İkram (Divan Lokantası)
09.00 Toplantı-Harput,
10.30 Alan Gezisi-Harput
12.00 Pertek’e Hareket
13.00 Pertek Termal Öğlen Yemeği ve Toplantı
14.00 Pertek Alan Gezisi
15.30 Palu’ya Hareket
16.30 Palu/ Kovancılar Gezi.
18.30 Kovancılar’da Akşam Yemeği ve Toplantı
20.30 Elazığ’a Hareket.
Yukarı Fırat havzasının her alanı için faydalı olması beklenen toplantının en büyük katkısının Elazığ, Palu, Kovancılar, Pertek ve Çemişgezek belediyeleri ile belde belediyelerine olacağı kuşkusuzdur. İnşaallah toplantı yeni ufuklara kulaç atmayı sağlayacak nitelikte olur. Başarılar diliyorum.
NEVZAT ÜLGER
TÜRKİYE İLK ON BİR’DE
TÜRKİYE İLK ON BİR’DE
2050’de dünyayı yönetecek ülkelerle ilgili bir araştırma yapan PwC’nin, ülkelerin büyüme tahminlerini yansıtan çalışmasında, Türkiye listenin ilk 11’i arasında yer aldı.
Bundan birkaç yıl evvel yayımlamış olduğum “Doğu’da ve Batı’da Bilim ve Düşünce” isimli kitapta, 2050 yılında Türkiye’nin ilk on arasında bulanacağına ilişkin karinelerimi ve arzumu belirttiğim zaman, konu ile ilgili olarak bir dergi benimle bir röportaj yaparak yayımlamıştı. Ama bana sorduğu bir soru da, “Bundan nasıl emin olabiliyorsunuz?” olmuştu.
Şimdi benim yıllar önceki tespitime PwC araştırma şirketi de varmış oldu. İsterseniz listedeki ilk on bir’i sıralayalım: 1-Çin 2-Hindistan 3-ABD 4-Endonezya 5-Brezilya 6-Rusya 7-Meksika 8-Japonya 9-Almanya 10-İngiltere 11-Türkiye 12- Fransa.
Bu sıralamaya girebilmek için neler yapılabilirliği ile ilgili bir olayı anlatmak da fayda görüyorum:
1960’ın ilk üç yılında Türkiye’de fert başına gelir 560 dolar, Güney Kore ile Singapur’da 500 dolardı. Şimdi yıl 2019 ve Türkiye’de fert başına gelir 10.000 dolar, Güney Kore’de 35.000 dolar, Singapur’da 56.000 dolar.
Güney Kore ne yapmıştı da böyle bir sıçrama yapmıştı?
Önce bu gün imal ettiği otomobil markaları için FORD platformunu almıştı. Yani özgün bir tasarımla yola çıkmak için en az sekiz yıl harcamak gerekiyor. Halbuki teknolojiye üst seviyeden başlamak, yani yetkin firmalardan teknoloji transfer edip kendi inisiyatifiniz altında üretmek en iyi yoldur. Birçok kazancınızın yanında 8 ile 18 yıllık bir süreyi çok kısa bir sürede alabiliyorsunuz. G.Kore böyle yapmıştı.
Fikri Işık Bey’in Sanayi Bakanlığı döneminde Türkiye yerli otomobil üretmek için önemli aşamaları aynı yolla geçerek müstakbel otomobilin prototipini görücüye çıkarmıştı. Ekonomide önemli bir kaide olan “Geç Gelenlerin Avantajı”nı kullanarak 1947’de İsveç’te kurulan ve otomobil üretebilen “SAAB” otomobile fikri mülkiyet hakları için 40 milyon avro ödedi. Hem zor durumda olan SAAB markasının sahibi NEVS’i rahatlattı hem de NEVS’in TÜBİTAK ile yaptığı anlaşma ile “Türkiye’nin ilk yerli otomobilinin geliştirilmesi için gerekli olan üç yıl, tüm test araçları ve prototipler ile üretim öncesi nihai araçlar NEVS tarafından üretilecekti”. Yani Türkiye’de fabrika kurulup üretime hazır oluncaya kadar araçlar NEVS platformunda üretilecekti. NEVS Türkiye’de yerli otomobili üretecek endüstriyel ortağa da sahip olduğundan Know-How ile desteklemeye devam edecek ama Türkiye’de otomobili üreten aracı firma NEVS olmayacaktı.” Fikri Bey başarılı olmuştu.
Ünlü düşünür Toynbee’nin bir tespitini buraya almakta fayda var zannederim; ”Uygarlık diye adlandırdığımız gelişme; teknolojide, bilimde ve gücün kişisel olmayan biçimde kullanılışındaki gelişmedir, dürüstlükte yani ahlakta bir gelişme değildir. Her teknolojik gelişme beraberinde bir güç artışı meydana getirir ve güç de iyiye veya kötüye kullanılabilir. Günümüz toplumunun en ürkütücü yanı teknolojinin sağladığı gücün son zamanlarda şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde ve oranda artmasına karşın, çok büyümüş olan bu gücü kullananların ortalama ahlak -veya ahlaksızlık- düzeylerinin ya sabit kalmış ya da daha aşağılara düşmüş olmasıdır.” Bir ek daha yaparsak, bu güçten faydalanan insan sayısı da oldukça sınırlıdır diyebiliriz. İsterseniz ülkelerin % 20’lik dilimler halinde, GSMH’dan aldıkları paylara bakabilirsiniz.
Ülkenin yükselen trendine bakarak şunu söylemek pekala mümkündür: İyi yönetilirse önümüzdeki ilk on yılda, Türkiye’de GSMH fert başına 25 bin dolarları rahat aşar. Elbette bu çok önemlidir. Ama en az onun kadar belki ondan daha önemli olan, gelirin adil dağılımıdır. Ülkedeki insanların % 25’i değil tamamı mutlu olmalıdır.
NEVZAT ÜLGER
TARİH TEKERRÜR EDER Mİ?
TARİH TEKERRÜR EDER Mİ?
Geçmişten günümüze olaylara kritik bir nazarla bakacak olursak:
1-İslam dünyasında Maturidilikten ziyade felsefileşmiş, irfani boyutu ağır basan Eşariliğin hakim olmasından dolayı hür düşünce yerine daha çok sufilik ve kısmen de Cebriyecilik hareketlerinin hakim olduğunun iyi okunmasına ihtiyaç vardır. Bu anlamda, teslimiyetçiliğin bu topluma nasıl yerleştiğinin iyi tahlil edilmesi gerekir. Eşari ekolden gelen düşünce adamlarının eserlerinin de bu anlayışla yeni analizlere ihtiyacı var diye düşünüyorum. (Aristo Mantığı mı hakim acaba?)
2-Batıdaki sanayileşme hareketlerine rağmen, genelde İslam dünyası özelde Osmanlı devleti “sıfır toplum” anlayışı içerisinde Batı’ya gözlerini kapamış ve onlara ancak “kafirler topluluğu” penceresinden bakmıştır. Bu durumu fark edenlerden biri de Ahmet Cevdet Paşa olmuş ve hemen kayıtlı topluma geçmek için anayasa (mecelle) çalışmalarına başlamıştır. Buna rağmen 2. Abdulhamit döneminde her türlü okul ve üniversite/fakülte açılmasına rağmen, iktidar endişesi ile olsa gerek, felsefe ve hukuk fakülteleri açılmamıştır. Düşünce gelişmeyince toplum da gelişmiyor. Hukuk işlemeyince de adaletin oluşması ilkelere değil, kişilere emanet edilmiş olur.
3- Sıkıntıyı anlatması bakımında ibretlik bir olay anlatılır: “Kanuni Sultan Süleyman, zamanın büyük Türk âlimi Yahya Efendi’ye bir mektup gönderir ve ‘Bir devlet ne zaman çöker ve ne yapılırsa sonu nice olur?’ diye sorar. Sultandan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi kısa bir cevap gönderir: “Neme lazım be Sultanım!” Sultan, bu söze bir mana veremez. Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider. Sitem dolu bir şekilde “Üstadım lütfen mektubuma tatminkâr cevap lütfediniz” diye, sorusunu tekrar eder. Yahya Efendi duraklar, ‘Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim’ diye cevap verir. Kanuni “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ‘neme lazım be Sultanım’ demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyorum’. Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri söyler: “Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa. İşitenler de ‘neme lazım’, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hâle gelir.”
Devletler durup dururken yükselmezler ve çökmezler.
4-Aslında 1581 yılında Gelibolulu Mustafa Ali, yöneticilerin tayinlerinde liyakat ve yeteneğin dikkate alınmadığını (Nushatu’s Selatin) yazmış ama kadıların defterdarlıklara atanmalarına devam edilmiştir.
5-Konu ile ilgili Koçi Bey’in 1632 yılında yazdığı risalede; gösteriş ve lüksün yıkıcılığı, şöhretin ise toplumu yıkıma götüreceği belirtilmiştir. (Koçibey Risalesi)
6-Vakıf sistemindeki bozulmalar, tımar sistemi ile madenlerin işletilmesindeki yanlışlar 1792 yılında bizzat kazasker (Tatarcık Abdullah Ağa) tarafından dile getirilmiştir. Keza yapılan tağşişlerin (paradaki altın oranının azaltılması-örtülü develüasyonların) sakıncaları anlatılmıştır.
7-Bizzat maarif nazırlığı yapmış olan bir zat (Münif Paşa) kalkınma için fen bilimlerini, eğitimi ve sanayileşmeyi anlatmış, bunları ilerlemenin üç sacayağı olarak zikretmiş ama sıkıntılar devam etmiştir. Nokta atışlar yapılmış ama fen bilimleri ve sanayileşme rical-i devlette çeşitli yorumlarla kabul görmemiştir. Yakın geçmişte de Bediüzzaman; “İnsanlık ahir zamanda ilim ve fenlere dönecek, bütün kuvvetini fenlerden alacak, hüküm ve kuvvet fenlerin eline geçecek” diyordu.
8-Ahmet Mithat Efendi’nin özel girişimciliği anlatmak adına memuriyetten istifa etmesi ve çeşitli konularla ilgili 250 kitap yazmış olması takdire şayan önemli bir hareket olarak anılmalıdır. O, kalkınma için makine ithalatından gümrük alınmaması gerektiğini söyleyen ilk münevverlerimizdendir. Kalkınmada makineye özel dikkat çekmiştir.
Mehmet Akif konuyu ne güzel özetlemiş “Kıssadan Hisse” dörtlüğünde;
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
NEVZAT ÜLGER
SAYIN BELEDİYE BAŞKANINA
SAYIN BELEDİYE BAŞKANINA
Bu şehrin merkezinde ve ilçelerinde kültür, sanat, düşünce ve şehircilik anlamında çokça eser var. Bu eseler de bu şehrin kimliğini oluşturuyor. Türkler 1040’tan beri Anadolu topraklarındalar ve bizim Anadolu tarihimiz tam bin yıllıktır. Zaten bizden önce bu topraklarda yaşayan insanların da, bırakın Anadolu’daki sayılarını, dünyadaki sayıları da oldukça azalmış durumda. Ermenilerin ve Rumların dünyadaki sayısı birkaç milyonu geçmiyor. Yani öyle çatlak sesleri çıkaranlar esas itibariyle para karşılığı Batı’nın yanaşmalığına hevesli “Vekalet Düşkünleri”dir. Her neyse bu ayrı bir konu. Biz meramımıza devam edelim. Şehrimizde yazılıp çizilecek, üzerinde konuşulacak ve tanıtılacak çok eser var.
Selçuklu dönemine ait; Cami, medrese, darüş’şifa, köprü, hamam, saray, çeşme var mı, var.
Osmanlı dönemine ait; Cami, medrese, köprü, hamam, çeşme, tekke ve zaviye yapıları, imarethaneler var mı, var.
Önemli bir tarihi geçmişi var mı, var. Coğrafik yapısı kayda değer mi, değer.
Şiir ve şair yönüyle kayda değer bir ilimizdir Elazığ. Kanbalakzade’den Hacı Hayri’ye, Hoğulu Rahmiden Niyazi Yıldırım’a, Şeref Tan’dan günümüzde yaşayan şairlerine kadar bir hayli kayda değer şairi ve bu şairlere ait kitaplar var.
Düşünce kitaplarımız ve düşünce kitapları yazan bir hayli yazarımız var.
Harput evleri üzerine kitaplar yazıldı. (Mithat Coşkun’un iki önemli çalışması var.) Yeniden yapılması gerekir mi, gerekir.
Yemek kültürümüze ait dökümanlar yakın zamanda çıkarılmaya başladı ve bir hayli yemek çeşidimiz ve bu konuya ait kitap sayıları arttı.
Şehrimize ait ilmi şahsiyetler, zaman zaman ülkemizi, zaman zaman da bütün İslam dünyasını etkiledi. Abdullatif Harputi, Süleyman Ateş, Mehmet Aydın bunlardan bazılarıdır.
Tasavvufi şahsiyetlerimiz var. Birçok konuda örnek gösterilen İmam Efendi gibi.
Yöneticilerimiz var. Yakup Şevki Paşa gibi.
Türkiye’de iz bırakan çokça siyasilerimiz var. Bunlar aynı zamanda Türkiye’nin önemli yatırımlarında imzası olan şahsiyetlerdir.
Folklör sahamız oldukça zengindir. Bizimle boy ölçüşecek il sayısı sayılıdır.
Mahallelerimizin ve mahallelerimizdeki bazı yapıların önemli hikayeleri var. Bunlar muhakkak yazılmalıdır.
Şimdilerde tezhip ve süsleme alanında çalışma yapan usta ve sanatkarlarımızın önemli çalışmalarına şahit oluyoruz. Teşvik etmek gerekir.
Son yüzyılda yapılan barajlarımızın, fabrikalarımızın, bina ve kasırlarımızın hikaye ve ateşin heyecanları var. Söz uçar, yazı kalır.
Masal ve hikaye yönüyle Elazığ önemli bir dökümana sahiptir. Bir masal şatosunda çocuklarımız çok eğlenceli zaman geçirirken, ufukları açılır, ifadeleri zenginleşir. Çocuklarımızdaki kelime sayısını mutlaka artırmamız gerekir.
Yani düşündüm de, belediyemizin yapacağı yazılı bir faaliyete ne de çok malzeme ve ne de çok ihtiyaç var. Elazığ’dan ülkeye kültür, sanat, düşünce ve şehircilik adıyla bir yayın cidden hem bir ihtiyaçtır, hem de yapılması gereken bir aksiyondur.
Sayın belediye başkanı bu yazılanlara ulaşabiliyor mu acaba?
NEVZAT ÜLGER