İNSANOĞLU 16.000 YAŞINDA
İNSANOĞLU 16.000 YAŞINDA
İnsanoğlunun dünya yaşının 15-16.000 yıl olduğunu söylüyor Alacahöyük’te bulunan son kalıntılar. Bu tarih değişir mi, mümkündür. Yeni kanıtlar bulununcaya kadar bu bilgi kullanılmaya devam edecektir.
İnsanoğlu sırasıyla avcılık, tarım, sanayi ve iletişim dönemlerini yaşayarak bu günlere geldi.
Ancak en fazla kabul gören düşünceye göre insanlık tarihi esas itibariyle; sanayi devriminden önce ve sanayi devriminden sonra diye ikiye ayrılıyor. 18.yüzyıla kadar devam eden tarım toplumları, 18.yüzyılda özellikle buharlı makinenin bulunuşu ile birlikte hem hayatı yaşama biçiminde hem de düşünme biçimlerinde değişikliğe uğradı. Uzaklık kavramı, üretim biçimleri, paylaşım şekilleri, kazanma şekil ve alışkanlıklarında değişiklikler oldu. O tarihe kadar bilinmeyen yerlere gidildi, gidilen yerlerden getirilen altın ve gümüşün bolluğu ile buluşlarda önemli artışlar olurken, köleleştirilen insanlarla da emeğe ödenen karşılıklar azaldı. Sanayileşen devletler, sömürgeleştirdikleri ülkelerin ham maddelerini oldukça ucuza alıp, bu ham maddelerden imal ettikleri mamul maddeleri de çoğunlukla bu ülkelere yüksek fiyatlarla sattılar.
Tabi coğrafi keşifler öyle durup dururken başlamadı. 1453 yılında Türkler İstanbul’u alınca, ipek ve baharat yollarını kullanan Batı dünyası, uzak doğuya her gidiş gelişlerinde Osmanlı devletine gümrük ödemek zorundaydı. Bu durum Batı için yalnız maddi bir kayıp değil aynı zamanda da itibar kaybıydı. Batı, büyük fetihten hemen 40 yıl sonra İspanya’da bulunan Endülüs Emevi devletinin varlığına son verince, 1492 yılında da büyük bir törenle Cristof Colomb’u coğrafi keşifler için yola çıkardı. Tabi o tarihten itibaren de coğrafi keşif yolculukları arttı.
Bu noktada tarihe bir “not” düşmek adına şunu söylemek gerekiyor: Piri Reis haritası olarak bilinen en eski dünya haritasının Osmanlı Sadrazamlığı’na (Başbakanlığı’na) teslim tarihi 1513 yılıdır. Bu harita, günümüzde milimetrik olarak çizilen haritalardan çok küçük nüanslarla farklılık göstermektedir. Elde de Piri Reis gibi oldukça önemli Kaptanı Derya’lar mevcuttur ama Macellan dünyayı 1519’da keşfetti denilmektedir. Yani Piri Reis dünya haritasını Macellan’ın keşfinden tam altı yıl önce çizmiş olmasına rağmen, Batı, büyük fethin acısı ile daha aktif davranırken, Osmanlı coğrafi keşifleri fazla önemsememiştir.
Tabiatıyla bu kadar meşakkatin olumlu sonuçları olmalıydı. Coğrafi keşiflerle yeni kıtalar, yeni adalar bulundu. Yeni kültürler, yeni bitki ve hayvanlar tanındı. Yeni ticaret yolları keşfedildi. Buna karşılık da bulunan yerlerde yaşayan halklar acımasızca ya köleleştirildi ya da öldürüldü. Bulunan bu yeni ülkeler Avrupalı devletlerin sömürgeleri oldu. Bu yerlerin zenginlikleri Avrupa’ya taşındı. Avrupa’ya, Amerika’dan altın, Afrika’dan gümüş adeta aktı.
İpek ve Baharat Yolları eski önemini kaybetti. Buna bağlı olarak Akdeniz ticaret ve limanlarının önemi azaldı. Atlas Okyanusu kıyısındaki limanlar önem kazandı. Bu durumdan başta Osmanlı Devleti olmak üzere Venedik ve Cenevizliler zarar gördü. Osmanlı, dışarıdan gelen para bolluğundan dolayı Avrupa’da meydana çıkan enflasyondan ileri derecede olumsuz etkilendi. Aynı enflasyon Batı’da hareketlilik ve kalkınma sağladı.
Bu keşifler sonucunda Avrupa’da, bilim ve sanattan zevk alan zengin bir sınıf oluştu. Bu durum hem icatların hem de bilim felsefesinin yolunu açarak, Rönesans hareketleri ile dünyaya uzun süre etki edecek olan pozitivizm/ bilimcilik yolunu açtı. Yeni Çağ, Avrupa’da bilim, sanat ve edebiyat alanındaki gelişmelere kapı araladı. Zenginleşen insanlar ve devlet, sanatçı ve edebiyatçıları korumaya başladılar. Matbaanın bulunması ve kâğıdın bollaşmasıyla da okur-yazar oranı arttı, yeni fikirlerin yayılmasına uygun ortamlar oluştu.
NEVZAT ÜLGER
BEŞER VE İNSAN YAHUT MADDE VE ÖTESİ
BEŞER VE İNSAN YAHUT MADDE VE ÖTESİ
Mevlana diyor ki;
“Kardeşim sen düşünceden ibaretsin
Geriye kalan, et ve kemiksin
Gül düşünür, gülistan olursun
Diken düşünür, dikenlik olursun.”
Kur’an’da iki kavram sıkça geçiyor; beşer ve insan.
Beşerde ağır basan madde ve haz olurken, akıl ve ruh ikinci planda kalır. Beşer insanın maddi tarafını anlatır.
Benzer biyolojik özelliklere, donanım ve iş yapma potansiyellerine sahip olmamıza istinaden, hepimiz birer “beşer”iz. Bir canlı türü olarak memelilerin beşeriyet kolundanız… Diğer canlılardan çok mühim bir farkımız var: Verili potansiyellerimizi, karşılaştığımız imkân ve fırsatları cüzi irademizle harekete geçirerek kendimizi ve çevremizi belli ölçüde değiştirmeye yetkili ve görevliyiz. İrademiz sayesinde, kişiliğimizi olgunlaştırmaya, bize yaraşır bir ilişkiler ağı, toplumsal düzen kurmaya çalışıyoruz. Yani beşer olmak, insanın sonlu yönüne işaret eder. Hatta belki de; insanla hayvan arasında kalan bir “varolma” seviyesine işarettir.
İnsan ise, ilahi mesajın muhatabı olan, akıl, düşünce, iradeyi cüz’iyesini olumlu kullanabilen bir varlığa işaret eder. İnsan olmak; maddi varlığın farkında olmakla birlikte, bu maddi varlığın dışında da bir gayelerinin olduğunun anlamak anlamına gelir. Ahlakın güzelleştirilmeye çalışılması hep insan olma vasfıyla ilgilidir.
Hz. Adem ile şeytanın, yaratılıştaki imtihanı ve sonucundaki gelişmeler, Adem’in cennette yasak meyveyi yemesi ile cennetten yeryüzüne indirilişi, tövbe ederek ulaştığı mertebe gibi olaylar işte bu beşer ve insan konumuyla ilgilidir.
Hz. Adem, insan olarak geçici olan bu alemden, sonsuz olan aleme kement atan kişidir. Sınav zor ama mükafatı da büyüktür.
Kültür, bilim ve sanat gibi alanlar da insanın bu yükselişi ile ilgili alanlardır. Adem sürecini yaşamamız bu olgularla da ilgilidir. Dolayısı ile beşer aşamasından insan aşamasına geçebilenlerin seyri artık dikey bir ilerlemeyi ifade eder. Keza “varlık” olarak beşeri olmayı aşamayan kişiler ve toplumlar İbrahim Kalın’ın ifadesi ile “barbar”, bilgi, hikmet ve ahlak temelleri üzerine yükselen kişi ve toplumlar da “medeni” olurlar.
Bundan ötürü de Müslüman sanatçılar natüralizmi yetersiz görmüşler ve tabiatı birebir taklit etmek yerine varlığın sonsuz tezahürlerini esas almışlardır.
Dikkat edilirse kiliseleri süsleyen ikonlar, insan ve insan suretindeki melekler şeklinde ifade edilirken, camilerde hat ve tezhip sanatıyla insanı aşan, sonsuz alemlere pencereler açan sanat eserleri vardır. Buradaki maksadım bir Doğu-Batı karşılaştırması değil, düşüncenin görünen alemde kalması ile görünen alemden hareketle varlık ötesi sonsuzluğa kapı aralayan düşünce tarzlarına davetiye çıkarmaktır.
Bundan dolayı da İslam’ın dışındaki (ister semavi ister beşeri) dinlerde “tanrı” dahi insan suretine indirgenerek dinlerini beşerileştirmişlerdir. Diğer bir anlatımla, insanlar dinin sahibi olmuştur ve onu istedikleri forma da sokabilmektedirler.
İslam ise “Allah Allah’tır, insan da insandır” diyerek insana aşkın hedefler göstermiştir. Diğer bir anlatımla, dinin sahibi Allah’tır ve dinde değişme yapma yetkisi insanda değildir.
Beşer planında her şey, zaman ve mekan şartları içinde gerçekleşir. İnsan seviyesinde ise, tefekkür serüvenini ve hakikati anlama gayreti vardır. Hakikat görüneni aşmaktır.
Akıl ve vicdan, nasların ışığında varlığın farklı mertebelerini anlamamıza yarar ve beşerilikten insani olana doğru kulaç atmamızı sağlar. Ama rasyonalist değiliz.
NEVZAT ÜLGER
İSLAM DÜNYASI NEDEN GERİ KALDI?
İSLAM DÜNYASI NEDEN GERİ KALDI?
Konu tam yüz yıldır tartışılıyor. Aslında konunun tarihi yüzyıldan daha fazla derinlere gider.
Konuya ille de bir tarih düşeceksek; son üç yüz yıllık bir sorun diyebiliriz. Hatta nokta atışı yapacaksak buna 1699 demek mümkündür.
Neden sorusuna birkaç cevap verildi:
Moğol İstilası dendi.
Felsefenin dışlanması dendi.
Tarikatçılık anlayışı dendi. (Tasavvuf değil.)
Şimdi geldik tekrar temel soruya; İslam dünyası Batı karşısında yenildi mi?
Buna kesin olarak evet demek biraz zor. Belki belli alanlar için bu soruya cevap vermek gerekir. Çünkü İslam dünyasının belli alanlarda üstünlükleri var.
Ancak teknik ve teknolojide geride olsak da, artık gayretimiz ve eforu yüksek çalışmalarımız var. Buna karşılık İslam ülkelerinde ciddi bir yönetim kaosu var. Bunlar da İslam’dan değil, “iktidar sevicilikten” geliyor. Şeyhlik, krallık, diktatörlük, padişahlık, imamlık vd.
İktidarlar için şu soru hep ortada duruyor: Özgürlüğü acaba 60 derecede mi verelim, 80 derecede mi verelim, yoksa 90 derecede mi verelim? Özgürlük olmayınca da düşünce gelişmiyor.
Üniversitelerimiz de yeterince problem çözecek seviyede “iyi fikirler” üretemiyor.
Şöyle de bir bakış açısı var: Aslında İslam dünyasının hızında düşüş olmadı, Batı bulduğu teknolojiyi kullanarak hızını bizden daha fazla artırdığı için onlar teknik ve teknolojide ileri gittiler. Ne demek? Buharlı makine Batı’yı süratlendirip, mensuplarının gelirlerini artırırken, İslam dünyası fakirleşti.
Tekrar başa dönersek; neden geri kaldık?
Aslında Osmanlı’da felsefe var. Konu ile ilgili olarak elimizde kitaplar var. Hangi felsefe var? Aristo felsefesi.
İşte işin bam tellerinden biri de burası. Batı, Aristo felsefesini Rönesans ile bıraktı. İslam dünyası ise Aristo felsefesini Eşarilik haline getirdi ve maalesef, Maturidiyim diyen insanlar dahi bilerek veya bilmeyerek Eşariliği uyguluyorlar. Demem o ki; problemler Aristo felsefesinden gelmektedir genellikle ve bu ekol üzerinden yazılan eserler bir türlü kritiğe tabi tutulamadı henüz.
Şimdi bir adım daha atalım:
İslam dünyasının geriliğinden bahsetmek aslında İslam dünyasına ait bir konu değil. Bu kavram daha çok Batı kaynaklıdır.
Neticede sorun, yerli bir sorun değil.
Konuyu artık bağlamalıyız. Teknik ve teknolojik anlamda İslam dünyası geri kalmıştır. Hatta bu konuyu ileri-geri kavramları ile ifade etmek pek de doğru gelmiyor bana. Çünkü Batı 18.yüzyılda teknolojik buluşlarını piyasaya sürdüğü zaman yalnız İslam dünyası değil, Hint ve Çin medeniyetleri de bu yarışta söz sahibi olmak bir tarafa, kulvarın dışında kaldılar.
Evet, bilim, teknik ve teknolojide son üç yüz yılda bekleneni veremedik. Bunun iki yüz yılında bir defa padişahlıkla idare edildiğimiz için yarışta bireysel üstünlüklere hiç yer verilmedi. Çünkü padişahlar hep iktidar endişesi içinde ülkeye baktılar. Son yüz yılda da inişli çıkışlı yönetimlerle idare edildik. Ancak günümüzde, özellikle yeni nesil (1990 ve daha sonraki doğumlular) dünyayı, dünyadaki teknik ve teknolojik gelişmeleri daha iyi anlıyorlar. Büyük çoğunluğunun önemli gayretleri var. Dolayısıyla gelecekten ümitliyiz.
Medenilik, biraz da şehirli gibi yaşayıp, şehirli gibi düşünmektir.
NEVZAT ÜLGER
HARPUT’U YENİDEN DÜŞÜNELİM
HARPUT’U YENİDEN DÜŞÜNELİM
Harput, Elazığlılar için yerel kimliğin kaynağı. Kimlik söz konusu olunca elbette tarihi kökler, kültürel değerler, mimari yapı, sosyal yapı hep bu kimliği oluşturan kaynaklar durumundadır. Zaten bu kimliğin iz düşümü olarak “Bize Harputlu derler” mottosu şarkılara ve türkülere anahtar olmuş.
Harput’a ölülerimizi gömmüşüz, gömmeye de devam ediyoruz ama “Harput bir ölüler şehri” olmasın.
Modern düşünce daha çok günü yaşamayı öne çıkardığı için, Harput da siyasiler ve yerel yöneticiler tarafından biraz tüketim unsuru olarak kullanılmış, yeterli bir gündem oluşturulamamıştır.
Harput bizim muhafazakar yönümüzü, Elazığ da değişim içindeki yönümüzü temsil eder. Yahya Kemal; “Kökü mazide olan atiyiz” derken, bu iki unsurun kaynaşmasını istemektedir zaten. Hem köklere sahip çıkmak, hem de gelişme isteğimizle toplumu ileri götürmeye çalışmalıyız.
Yerel yöneticilerimiz Harput’u ister turistik bir yer olarak düşünsünler, ister yaşanacak bir yer olarak düşünsünler; Harput birkaç bin nüfusun yaşadığı bir yer haline getirilmelidir. Amaç yalnız para kazanmak değil, bir kültürün de yaşatılması amaç olmalıdır.
Yalnız yerel yönetimler değil, “yerel toplum kendisinden beklenen hareketliliği gösteremezse, kültürel değerler aslını kaybederek, metalaşır” diyor bilim adamları. Elbette bir çetele çıkarılarak hangi işleri hangi zamanda yapacağını gösteren bir çalışma takvimi yapılarak önem sırasına göre yapılacak çalışmalar rasyonel bir şekilde tespit edilmelidir.
Harput birkaç türkü ve birkaç folklorik ritüelden ibaret bir yer değildir. Dolayısı ile yakın geçmişimizdeki ilmi, sosyal yapısı, sanatı, beşeri ilişkileri sentezlenebilir ve “Yaşayan Harput” ortaya çıkarılabilir. Yani Harput, hem mekansal yönden hem de kültürel yönden düşünülen bir yaşam alanı olarak düşünülmelidir.
Harput’taki edebi birikim kaç vilayetimizde var? Yaşadıkları döneme dikkat edin; kaç vilayette Abdullatif Harputi, Abdurahman Harputi, İshak Efendi, Hoğulu Rahmi, Şair Hayri ayarında düşünce ve sanat adamı var? Maksadım çetele çıkarmak değil ama Harput’un ilmi ve kültürel ortamını da bilmek gerekir.
Şefik Gül çok güzel bir “Harput Evi” yaptıktan sonra bir de bedesten yapmak istiyordu ama o günkü yerel yöneticiler gerekli kolaylığı gösteremedi o zaman. Halbuki 300 konut ve bir bedesten başlangıç olabilir(di). Sara Hatun Camii önündeki meydana, devamlı suyu olan güzel bir çeşme yapılabilirdi. İşletmecilerin fiyatları kontrol altına alınarak, gerekirse belediye EBUAŞ eliyle kendi çalıştırarak cazip hale getirebilir(di).
Harput’u canlı kılacak unsur, orada yaşayacak insan sayısıdır. Konut inşaatı kaçınılmazdır. Harput’un dokusuna uygun, tek katlı veya iki katlı taş evlere ilk etapta talip olacak en az 300 insanımız var. Bu evlerin bir kısmı yalnız yazlık olarak kullanılabileceği gibi, bir kısmı da devamlı kullanılabilir. Tabi bu evleri yapacak olanlar çok dikkatle seçilerek, şayiaya da fırsat vermemek gerekir.
Belediye Başkanı hem genç hem de gösterişten uzak olarak hizmet vermek istiyor. Tabi yapılacak da çok iş ve çok hizmet var. Bunların bir kısmı fazla para istemeyen işlerdendir, bir kısmı için de finans kaynakları var. Toplum kendisinden büyük bir beklenti içerisindedir. İnşallah muvaffak olur.
NEVZAT ÜLGER
LİDER Mİ YÖNETİCİ Mİ?
LİDER Mİ YÖNETİCİ Mİ?
Neyi seçeceğimize karar vermemiz gerekir her şeyden önce.
Yönetici mi seçmek istiyoruz yoksa lider mi?
İki konumun da benzerlikleri vardır ama istenen nitelikleri ayrıdır. Lider, yöneticiye göre daha üst bir otoritedir. Yönetici olarak çok kişi bulmak mümkündür ama lider az bulunur. Yani lider olmanın özellikleri farklıdır. Liderlik biraz da fıtridir. Ama sonradan geliştirilen özellikler de önemlidir.
Yönetici daha çok bir seksiyonu yönetme kabiliyeti olan biri olmasına karşın, lider karar vericidir ve öngörülere ve gelecek perspektifine sahip insandır.
Sonuçta iyi karar vermelidir; iyi bir yönetici mi aranıyor, iyi bir lider mi?
Genel olarak üst kademede boşalan yöneticilik kadrolarına, alt kadrolarda bulunan ve o konuda yeterliliği görülenlerden terfi şeklinde olmaktadır. Bu şekilde terfi ettirilen yeni yöneticinin yönetim yetenekleri genelde kısıtlıdır. iş yaptırmaktan çok iş yapmayı bildiği için bir çok işi kendisi yapar veya yapan kişilerin işlerine karışır.
Yöneticilik hayatta herkesin sahip olmayı arzu ettiği fakat gereklerini genellikle yeterince yerine getiremediği bir mevkidir. Bir kişiye verilen her rütbe, makam veya amirlik; beraberinde taşıması gerçekten çok büyük bir ciddiyet gerektiren sorumluluklar getirir.
Genellikle yöneticiden liderlik vasıfları da bekliyoruz. Olursa çok iyi olur tabii. Ama bir yöneticinin lider olması değil, öncelikle iyi bir yönetici olması gerekiyor.
Yöneticinin de en başta bir insan olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Bu yüzden onlardan her zaman mükemmeli beklemeyiniz. Günlük yaşantımızda herkesten birbirine göstermesi beklenilen saygı, sevgi, nezaket ve tevazu gibi erdemler yöneticiler için elzem davranışlardır. Bunlara ilave olarak adil olmak yöneticiliğin olmazsa olmaz gereklerindendir. Adaletli olmayan bir yönetici er veya geç başarısızlıkla beraber yok olmaya mahkumdur.
Çalışma ortamının güven ve huzurlu olması yöneticilerin elemanlarından daha iyi verim almalarına yardımcı olur.
İyi bir yönetici;
Anadilini çok iyi bilmeli, en az bir yabancı dili çok iyi okuyabilmeli, yazabilmeli ve konuşabilmelidir.
Ruhsal dengesi sağlam olmalı, hiç kimseyi görmezlikten gelmemeli, güvenilir olmalıdır.
Karizmatik olmalı, huzurlu ve dengeli bir aile yaşantısı olmalı, çocukları sevmeli, gençlere güvenmelidir.
Yerine getiremeyeceği sözleri vermemeli, verdiği sözü mutlaka yerine getirmeli, sinirli iken hiç bir karar vermemeli, kararı ertelemelidir.
Yaptıklarını övmekten ziyade daha ileri başarılar için dayanak noktası olarak görmelidir.
İşyerinde beyin fırtınası seansları düzenlemeli, fikirlerine değer verdiği insanlarla karar aşamasında mutlaka fikir alışverişinde bulunmalıdır.
Çevresinde menfaatçi ve yalaka tabir edilen kişileri iyi tanımalı, onlardan karar mekanizmasında uzak durmalıdır.
NEVZAT ÜLGER
KİŞİ BAŞINA GELİRİMİZ 28.115 DOLAR!
KİŞİ BAŞINA GELİRİMİZ 28.115 DOLAR!
2018 yılı nominal değerleri ile;
Türkiye’de Milli Gelir; 766 milyar dolar,
Kişi başına düşen milli gelir de 9.311 dolar.
Bu hesaplamalar tamamen kayıtlı ekonomiyi ifade eden nominal değerler üzerinden yapılan bir hesaplama şekli.
Ama dünyada 190 devlet milli geliri ve kişi başına düşen geliri nominal ekonomi üzerinden değil, “Satın Alma Gücü” üzerinden yapıyor diyor uzmanlar.
Tabi bu iki hesaplama üzerinden bulunan rakamlar da çok farklı çıkıyor. Dünyada ABD hariç, nominal hesaplama ile satın alma gücü paritesine göre yapılan hesaplamalar hiçbir ülkede denkleşmiyor. Bu ikisi arasındaki fark bazı ülkelerde yüzde 160’a kadar çıkıyor.
Satın alma paritesine göre Türkiye’nin rakamları şöyle çıkıyor:
Milli Gelir 2.3 trilyon dolar,
Kişi başı milli gelir 28.815 dolar.
Aradaki bu fark nereden çıkıyor ve belirtileri nelerdir?
Eskiden yurtdışına gidip gelenlerin anlattığı önemli tüketim malzemeleri ve hizmetler gelişmekte olan ülkelerde görülmüyordu. Şimdi dünya değişti. İletişim araçları ve dünyayı algılama biçimleri yeni şekiller aldı. Artık gelişmekte olan ülkelerde de gelişmiş ülkelerde olan mal ve hizmetleri bulmak mümkün ve bulunamaması halinde o ülkede hemen kıyametler koparılıyor. Elbette kaliteli yaşam seviyeleri de artmaya başladı.
Aslında yapılan hesaplamaların ikisi de doğru ama bazı ülkeler hala nominal değerlerle toplumsal olayları ifade etmeye çalışıyor. Özellikle bazı çevrelerce çok da rağbet gören “negatif anlatımlar” üzerinden gidilirse anlatımlar ve rakamlar başka şeyler söylüyor, Dünya Bankası hesaplamaları daha başka şeyler ve başka rakamlar söylüyor.
Dünya Bankası hızla “satın alma paritesi” üzerinden hesaplamaları daha gerçekçi buluyor. Kendisi de hesaplarını buna göre yapıyor.
Ülkemizde olumsuz gelişmeler elbette var. Ancak 2008 dünya finansal krizine rağmen önemli sayıda iflas ve sorun yaşamadık. Piyasalar daraldı ve durgunluk yaşanıyor, enflasyon yükselmeye başladı ama ülkenin genel gidişatında önemli bir değişme görülmüyor.
Bunlar Türkiye’nin gücünün yüksekliğini gösteriyor.
Bu rakamlar bir şeyi daha gösteriyor; Türkiye’de önemli bir “gölge ekonomi” var. Bu olaya olumsuz da bakılabilir olumlu da. Olayı değerlendirme açınızla ilgili.
Demek ki bu ekonominin gölge kısmı bir hayli fazla. Turgut Özal bu gölgenin bir kısmını aydınlatmış ve Türkiye önemli kazanımlar elde etmişti. Çok da düşman kazanmıştı ama şimdi onu herkes rahmetle anıyor.
Pek çok krize rağmen fazla etkilenmiyorsak bu gölge ekonominin aydınlatılmasında büyük kazanç olacaktır. Gölge ekonomisinin yüzde beşinin nominal hale getirilmesinin meydana getireceği gelir tam 35 milyar dolardır diyor yetkilisi. Demek ki bu rakam yüzde yirmileri bulduğu zaman nominal milli gelir otomotikman ikiye katlanacaktır demektir. Yüzde 40’ı bulduğu zaman nominal milli gelir de zaten 2.3 trilyon oluyor.
Milli gelirin ve kişi başına düşen gelirin hesaplamasını satın alma paritesine göre yapmak hem daha gerçekçi hem de Dünya Bankası mantığına daha uygun.
Ekonomi büyük çapta kayıt altına alınabilir ve gelirin adil bölüşümü sağlanabilirse dünyada Türkiye yıldız olabilir. Tezim hala geçerlidir; Türkiye 2050 yılında, belki daha da önce dünyanın ilk on ülkesi arasına girecektir.
NEVZAT ÜLGER
GÜZEL DÜŞÜNEN HAYATINDAN LEZZET ALIR
GÜZEL DÜŞÜNEN HAYATINDAN LEZZET ALIR
Hatıralar eğer iyi değerlendirilirse sonradan gelenler için birer rehber olabilirler. Şimdi buna nostalji diyorlar. Elbette geçmişi hatırlamak için de, geçmişten ders çıkarabilmek için de hafızanın biraz kuvvetli olması gerekir.
Geçmişte toplumlara yön vermiş insanların günümüzde de bu fonksiyonlarının devam etmesi için, onların söylediklerinin bilinmesi ve sağlıklı değerlendirilmesi gerekir. Bu güzel sözlerin sahipleri bazen bilinir, bazen de bilinmez. Sahibi bilinmeyen bu sözlere de vecize, atasözü, anonim dendiği gibi bazen de bir kavmin adı ile söylenirler.
Bu sözlerden bir demet yapalım izninizle:
-İlim Çin’de bile olsa, gidip onu alınız. (Hadis)
-İşi ehline veriniz. (Hadis)
-Dürüst ve güvenilir iş adamı, ahrette peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir. (Hadis)
-Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir. (Hadis)
-İki günü eşit olan zarardadır. (Hadis)
-İnsanlar layık oldukları şekilde yönetilirler. (Hadis)
-Devletin dini adalettir. (Hz. Ali)
-Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
-Senin ne anlattığın değil, nasıl anlaşıldığın önemlidir.(Mevlana)
-İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın. (Edebali)
-Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır. (Atatürk)
-Dev gibi eserler meydana getirmek için karıncalar gibi çalışmak lazım. (Necip Fazıl)
-Taşıma su ile değirmen dönmez. (Atasözü)
-İnsanlar kıyafetleri ile karşılanır, fikirleri ile uğurlanırlar. (Mevlana)
– İnançlı ve çalışkan insan tekeden süt çıkarır. (Necmettin Erbakan)
-Farklılıklarımız zenginliğimizdir.
-etnik, dini ve bölgesel ayrımcılık üzerine siyaset yapmamak kırmızı çizgilerimizdir. (R. Tayyip Erdoğan)
-Siyasetçinin iki gömleği vardır; biri bayramlık, diğeri idamlık. (Turgut Özal)
-Bir oy bir milletvekili, bir milletvekili hükümet ve hükümet iktidar demektir. (Süleyman Demirel)
-Kim kazanmazsa bir ekmek parası, dostunun yüz karası, düşmanının maskarası. (Mehmet Akif)
-Söz ağızdan çıkmadan önce senin esirindir. Ağızdan çıktıktan sonra sen onun esiri olursun. (Bediuzzaman)
-Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. (Kanuni Sultan Süleyman)
-Farzet ki Süleyman olmuşsun /Dünya mülkü kimseye kalmaz sonu berbat olur. (Muhibbi)
-Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinandan /Mevrus-ı pederdir gireriz hane bizimdir. (Nabi)
-Kıymet-i dünya nedir indimde var eyle kıyas /Cenneti bir habbeye satmış bir adem-zadeyim. (Gelenbeli Eşref)
-Yusuf bile olsan, seni kuyuya düşürürler, Zamane insanının işi kardeşine eziyet etmek. (Fuzuli)
-Allah’a veremeyeceğin hesaptan kork. Ateşe dayanacağın kadar günah işle.
NEVZAT ÜLGER
SİYASİ DÜŞÜNCELER!
SİYASİ DÜŞÜNCELER!
“Uygarlık denildiğinde sanki sadece belli ülkelerin sınırları içerisinde olanlar anlatılmak istenmekte. Onun dışında kalanların tamamının ikincilleştirildiği ya da ötekileştirildiği bir uygarlık anlayışı söz konusu dünyada.
İşte tam da bu manada bu ötekileştirme çabasını nasıl yok eder, ötekileştirmenin ötesinde bir birleştirme, vahdete ulaştırma noktasında bilgiyi nasıl aracı kılar şeklinde bir bakışa ihtiyacımız var.
Refah yükseldikçe çevre kirliliği artıyor. Dünya tarihinde ilk kez obezite ve açlık aynı anda tavan yapıyor.
Bilimin, teknolojinin gücü arttıkça ölümün gücü artıyor. Dolayısıyla bugünkü bilimin neye hizmet ettiği ve sermayenin güdümünde bizi nereye doğru ittiği konusunda bir sorgulamaya ihtiyacımız var. Bilginin yıkayıcısı olarak ahlakın devreye girmediği bir durumun etik sorunlara yol açacağını da garanti etmesi söz konusu olabilir.
Bilgi eğer bir ahlak telakkisine oturmazsa ve hizasını bir etik nosyondan almazsa tümüyle insanlığın hayrına, çıkarına değil, tümüyle zararına olduğunu rahatlıkla gündeme getirebilir.”
Nasrettin Hoca’ya sormuşlar; “dünyanın merkezi neresi?” diye. Cevabı hazır…
Elindeki sopayla toprağın üstüne bir daire çizer, ortasına bir nokta koyar, “işte burası. İnanmazsanız ölçün” der.
Bir “merkez” modasıdır gidiyor, ama böyle bir toplumda, abartarak söyleyelim, “merkez” iki saatte bir yer değiştiriyor. Algı yönetimi ile merkeze “takla attırılıyor”.
Toplumlar, gelişmiş iletişim teknolojilerinin içerisinde, yoğun etkileme ve etkileşim yaşıyorlar. Dünyada ne olursa bir-iki saat içinde, toplumunun yönetimlere etkili kesimlerine ulaşıyor. Birçok otokrat rejimlerde “sosyal medya ile seçim kazanılıyor”, birçok meslek profesyoneli diğer etnik ve dini aidiyeti farklı olanlarla iç içe çalışıyor. Umursayan yok, alınganlık gösteren yok, kompleks duyan yok.
Siyaset elbette iktidara gelmek için yapılıyor, bunu sağlamanın yolu neyse siyasetçiler ona uygun davranıyor. İktidara geldiklerinde de bulundukları yerde mümkün olduğu kadar kalabilmeyi hedef olarak seçip o hedefi gerçekleştirmeye yarayacak tavırlar belirliyorlar.
Yöneticinin ve siyasetçinin belirleyici hedefi, davası “halkının huzurunu sağlamak” olmalıdır. Siyasetçinin siyaset anlayışı, toplumun huzurlu, dünyada saygınlığı olan, adaletin tam işlediği bir toplumsal hayal üzerine oturmalıdır diye düşünüyorum.
Parti, ideolojik bir yapılanmaya dayanmamalıdır. İdeolojik olan partilerin hedefinin insanın mutluluğu olduğu gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır. Demokrat, özgürlükçü olmalı, “bireyin özgürlüğünü” esas almalıdır. Bütün toplumu kavrayacak, sınırlı sayıda “değer” benimsenmeli, tek tip insan modeli düşünülmemelidir.
Kontrol ve balans mekanizmaları sağlıklı işleyen bir yargı, özgür bir medya, demokrat ülkelere güven veren kurumsal yapılar esas alınarak işletilmelidir.
Bütün ülkelerle medeni ilişkiler elbette çok önemli. İlişkiler işbirliği ile artırılmalı. Ülkelerin yönetim ve idarecilerini belirleme gibi politik enstrümanlar kullanılmamalıdır.
Türkiye, yedi düvelle problemsiz yaşamayı hedef almalıdır. Bunun da en önemli şartı olan güçlenmeyi göz ardı etmeden; üretime, denetime, kalkınmaya ve büyümeye alan açmak için, her türlü potansiyel kompleksiz olarak düşünülmelidir.
NEVZAT ÜLGER
VATAN YALNIZ MEHMET’İN ANASI DEĞİLDİR!
VATAN YALNIZ MEHMET’İN ANASI DEĞİLDİR!
Bazı değerler kendilerini daha değerli olana feda edebiliyor. Kişi kendisini ailesine, aile kendisini vatana, birey gelirinin bir bölümünü yardım kuruluşlarına feda edebiliyor. Hayat biraz da fedakarlıklarla güzelleşiyor.
Bundan dolayı da Orhan Veli; “Neler yapmadık biz bu vatan için/ Kimimiz kılıç salladık, kimimiz nutuk attık” diyordu. Tevfik Fikret daha farklı bakıyordu olaya; “Vatan için ölmek de var, fakat borcun yaşamaktır” şeklinde şiirler yazıyordu.
Aslında biz roman kahramanlarını ve şiirlere konu edilen bireyleri genellikle edibin veya şairin şahsında görebileceğimiz gibi, bazen de şiir veya roman kahramanları olan karakterleri yazarının üstüne çıkmış da görebiliyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Mahur Beste’de değişik pozisyonlarda görmek çok kolaydır. Yazar orada bazen Doğu’lu bazen de Batılı pozisyonundadır. Hatta bir başka yerde; “bir gözüm ağlarken bir gözüm güler” cümlesini sosyolojik şartlar için kullanmaktadır. Çünkü o yıllarda Batılı olmak bir devlet politikası olduğu için ona uymak durumunda kalırken, diğer yandan da içinde doğup büyüdüğü ve halen yaşadığı toplumun “bize” özgü bir örfünün olduğunu düşündükçe ikilem içerisine düşmektedir.
Nobel ödülü sahibi de olan Orhan Pamuk, dünya medyasına konuşurken, Türk romanının önemine vurgu yapar ve Türk romanında da Ahmet Hamdi Tanpınar ismine dikkat çeker. Daha da önemlisi hiçbir komplekse ve kıskançlığa düşmeden, yazarın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanına zomlama yapmıştı. Bu romandaki felsefi derinliğin kolay kolay diğer eserlerde bulunamayacağına vurgu yapmıştı.
Meşhur olmuş olan geçmişteki ve günümüzdeki şair ve yazarlar, doğrusu bu üne kolay erişmemişlerdir. Evet, bu insanların bu noktalara gelmesinde belki birilerinin desteği vardır ama sürekli destekle yükseklerde durmak zannedildiğinden daha zordur.
Günümüz dünyasında ideolojiler eski etkili konumlarını artık kaybediyor. Belki “yanaşma” olmaya teşne epey bir yazar-çizer kitlesi var ama onlar da kendilerini buna mecbur hissedenlerdir. Çünkü bir kısmı paraya kavuşmak için yanaşmalığa evet diyor. Bir kısmı toplumda görünür olmak için başkaca yeteneğinin olmadığını görüyor. Bir kısmı da maalesef vekalet işçiliğinin karşılığını ödemek zorunda hissediyor kendisini. Zaten bu gurupların ülkeye artı bir değer kattığından değil, toplumsal çıtayı düşürmelerinden söz edilebilir.
Çapsız ve demode fikirler üzerinden yürüyerek şiir yazmak da, roman yazmak da, günlük yazılar yazmak da bu toplumun önünü tıkamaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü kendisine uyan az bir kitle de olsa, zavallılar ancak arkaik bir toplumda yaşamaya devam ederler.
Geçen yazıda belirttiğim Akif’e ait olan dört önemli sıvı vardı hani;
-Ter,
-Gözyaşı,
-Kan,
-Mürekkep.
Bu dörtlüğü konumuzla irtibatlandırırsak; mürekkebi kullanırken ter dökmek ve merhamet gözyaşı içinde vatan için kan dökmenin önemini iyi kavrayıp, yanaşma olmaya değil, “şahsiyet” olmaya gayret etmek gerekir.
NEVZAT ÜLGER
S-400’LER GELDİ
S-400’LER GELDİ
Gelecek mi, gelmeyecek mi tartışmaları devam ederken, stratejik koruma aracı olan S-400’ler gelmeye başladı. Bu mesele ülkemize yönelik saldırıları caydırıcı bir işlev görmesi açısından oldukça önemli. Hayırlı olsun.
Bir kısım insanlar hala körü körüne ABD veya Rusya ya da Çin taraftarı olmayı maalesef terk edemedi. Halbuki bir ayağımız Türkiye’de olmak kaydı ile dünyanın bütün merkezlerini ziyaret etmekte çok faydalar var.
Türkiye aktif denge politikası izleyerek aslında dost ve düşmanın dikkatini çekiyor. Buradaki temel öznenin R. Tayyip Erdoğan olduğunu bilmek yetmez, onun aynı zamanda hedef haline geldiğinin nedenlerini de iyi görmek gerekir. Çünkü ABD bu güne kadar bu ülkeye çok şeyi şöyle ya da böyle yaptırabiliyordu. İlk defa ABD kurduğu uzun bir baskıya rağmen istediğini yaptıramadı. Bunu elin adamı anladı ama bizde hala anlayamayanlar var.
Ülkeyi olayların içine çeken Batı, hemen patriyotları geri çekmemiş miydi? Patriyotu geri alıyor, F-35’leri vermiyor, ardından da parmak sallayarak S-400’leri alma diyor. Halbuki, 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşının ardından Türkiye hava savunma sistemi için 2013 yılında ihale açmıştı. Batılı ülkeler ve ABD yüksek teklif vermişler, Çin uygun teklif vermişti ama ABD baskısı sonucunda anlaşma imzalayamamıştı.
S-400 geldi. Şimdi sistem kurulduğu zaman, 600 kilometre genişliğinde bir alanda radarlar, 400 kilometre genişliğindeki bir alanda da füze sistemi etkili olacağından caydırıcılığı su götürmez.
Türkiye’nin takip ettiği dengeli ve çok seçenekli dış politika hem semeresini vermiş hem de ülke insanının gururunu okşamıştır.
Takip edilen dengeli politika sonucunda, Türkiye, sıkıştırılmak istenirse ABD’yi ve Batı’yı; Suriye, İran ve Irak üzerinden zora sokabilir. NATO bile çok ciddi bir krize girebilir. Kartlar yeniden karılıyor. Türkiye’nin hedefi; önümüzdeki 30 yılda dünyanın ilk on devleti arasına girmek.
*
MEHMET ŞEVKET EYGİ’Yİ UĞURLADIK
Bu ülkenin yetiştirdiği önemli mütefekkir ve entelektüellerinden biri olan Mehmet Şevket Eygi 86 yaşında vefat etti. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazına Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak “devlet ve millet” katıldı.
Zengin bir kütüphanesi olan Şevket Eygi bu kitaplarını Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesine bağışladı. Onun estetiğe verdiği önemi bilenler birçok da tablosunun olduğunu tahmin edebilirler. Bu tabloları da külliyeye hediye etti.
Benim yaşıtlarım Eygi’yi en fazla BUGÜN gazetesinden bilirler. Bu gazete aracılığıyla bazen Müslümanları toplu sabah namazlarına davet ederdi.
- Şevket Eygi; kelimenin tam anlamı ile şehirli bir Müslüman’dı. Hem de fikri hür, fakat yalnız bir şehirli Müslüman’dı. Galiba entelektüel olmanın cilvelerinden biri de yalnız yaşamayı göze almak.
Yayımlanmış çokça eseri olan M.Şevket Eygi elli yıllık gazetecilik hayatıyla fikir dünyasına bir hayli katkı sağlamıştı.
Allah rahmet etsin.
*
Esasen son hafta içerisinde bayağı gündem olan “İstanbul Sözleşmesi” hakkında da bir şeyler yazmak gerekir. Sözleşmenin ruhu için E. Yıldırm, Yeni Şafak gazetesinde hüküm vermiş; “mazinizi unutun, feminizmle felaha erin” çağrışımı için yapılmıştır diyor. Elbette olumlu ve olumsuz pratikleri olan bir anlaşma da olsa, neticede bu toplumun değer yargılarını dikkate almak durumundadır. Rahmetli Cemil Meriç, feminizm konusunda hiç de güzel şeyler söylemiyordu.
Dikkatli olmak gerekir; birçok kişi ve kuruluş topluma ideolojiler dayatabilir. Oysa toplum artık düşünüp sorgulamayı biliyor. Onun için hangi cenahtan olursa olsun, bu topluma birtakım ideolojileri ve ezberleri dayatmaktan vazgeçmelidir.
NEVZAT ÜLGER