BİR EYLEM PLANI
BİR EYLEM PLANI
Türkiye’de son on yılda Cumhurbaşkanı “yatay şehirleşme” dedikçe bazı belediye başkanları adeta inadına “dikey şehirleşme” yolunu seçtiler. Elbette Cumhurbaşkanını ikna edecek gerekçeleri vardı ki dikey şehirleşmeyi fütursuzca uyguladılar.
Benim bildiğim kadarı ile İngiltere, Almanya ve ABD’de çok katlı konut inşa etmek yasak. 1, 2, 3 katlı konut inşa etmek serbest. Peki, filmlerde gördüğümüz o devasa çok katlı binalar neyin nesi derseniz, ilgilisi; onlar genelde ofisler, iş yerleri ve “yabancı veya fakirler” için inşa edilmiş yapılardır diyor. Hatta Almanya’da halen de öğretim üyeliği yapan Elazığlı bir profesör, Almanya’dan gezmek için beraberinde getirdiği bir Alman arkadaşına Denizli vilayetini gezdiriyor. Arkadaşı bir ara diyor ki; “hep fakir semtlerini gezdik, peki varlıklı insanların oturduğu mahalleleri de bir görelim.”
Bizde iki nedenden dolayı varlıklı olanlar da gökdelenleri tercih ediyorlar. Birincisi güvenlik, ikincisi de kültürel varlığımız henüz parasal varlığımızın önüne geçemedi. Tabi arsa problemini de unutmamak gerekir.
Aslında bizde “Aile Kurumu”nun yaptırdığı bir ankette de halkın yüzde 92.3’ü tek ve çift katlı bahçeli evlerde oturmak isteğinde bulunuyor.
Şehircilik açısından yeşil alanlar ikiye ayrılıyor. Biri aktif yeşil alan, diğeri de pasif yeşil alan. Aktif yeşil alan; ev hanımlarının, çocukların, yaşlıların gidip üzerinde oturdukları, annelerin çocuklarını gezdirdikleri ve yerel yönetimlerce güvenliklerinin 24 saat kontrol altında tutulduğu parkları anlatır. Pasif yeşil alan ise daha çok sporcuların üzerinde spor yaptıkları alanları anlatır. AB standartlarında öngörülen yeşil alan kişi başına 12-13 metrekaredir.
Aslında valilere kaymakamlık stajları esnasında “şehir ve sorunları” hakkında bir kurs verildiğini bu kademelerden geçmiş bir devlet büyüğümüzden dinlemiştim. Bu durum aslında belediyeler için çok büyük bir avantajdır zannederim. Şehir ve sorunlarını bilen valilerin birçok da çözüm üreteceği kuşkusuzdur. Onların bu birikimlerinden istifade etmek gerekeceği kanaatini taşıyorum ben. Bilgi en büyük rehberdir.
Yeni yapılacak binaların çatılarına kurulacak “GES” hem ülkeye hem de mekan sahiplerine bir avantaj değil midir acaba?
Yüzyıllardır yaşanmakta olan bir olayı (Turgut Cansever’in anlatımından) aktararak yazıyı bitirelim:
“Tunus’ta bütün kaleler sekizinci asırdan itibaren kerpiçten yapılıyor. Tunus’ta kerpiç nasıl yapılıyor diye sorarsanız; “toprağı kararsın ve içine alçı katarsın” diyorlar. Bir metreküp çamura 14 kilo alçı ve belli bir oranda da kum kattığınızda, elde edilecek kerpiçin/tuğlanın santimetre karesi 40-70 kg basınca dayanabiliyor. Oysa normal tuğlaların santimetrekaresi ancak 8-10 ton basınca dayanabiliyor.”
Eğer bir tuğla fabrikasıyla anlaşılarak bu tip tuğlalar yaptırılarak veya bu ölçüler içerisinde dışarıda kerpiç döktürülerek Harput’a 300 adet bir veya iki katlı “Harput Evi” yaptırılırsa hem maliyetler çok düşer, hem de yapılar uzun ömürlü olurlar. Örnek zaten verilmişti ve bu örneklerinde 1200 yıl öncesine ait olduğu unutulmamalıdır. Keza, Fırat Üniversitesi bünyesinde Mimarlık Fakültesi de açıldı. En azından onlar kendi hocalarını çok katlı bina yerine, bu kerpiçlerle yapılmış lojmanlarda oturtamaz mı?
Kredi komisyonları böyle ilginç projeler arıyorlar. Ayrıca AB fonlarının da bu tür projeler için çok cömert davrandığının altını çizelim. Olaylara ve kurumlara sürekli olumsuz ve yıkıcı bir pozisyon içerinde oldukları gibi bir bakışla bakmayı biraz daha pozitife çevirmek gerekir kanaatimce. Biz millet olarak önce tenkit ediyoruz, yakıp yıkıyoruz, sonra da aynı olayı destanlaştırarak kopyalıyoruz. Halbuki akıl duyguların önünde olmalı değil midir?
NEVZAT ÜLGER
YENİ MAHALLELER KURULABİLİR
YENİ MAHALLELER KURULABİLİR
1950’li yıllardan itibaren Türkiye’nin her yerinde şehirlere akın başladı. Tabi şehirde gerekli olan önce bir ev sahibi olmaktı. O yıllarda ve takip eden 30-35 yılda daha çok gecekondulaşma gelişti. Bu gün İstanbul ve benzeri şehirlerde gecekondu sayısı hala da küçümsenmeyecek bir sayıdadır. Gerçi bu yapılara bir kısım insanlar konut değil “barınak” dediler ama bu insanlara sizin bir imkan sunmadığınızı da unutmayın yani.
Gecekondular esasen o kadar da fena bir şey sayılmaz. Bir kere insanlar çok düşük maliyetlere barınıyorlar. Bu yapılar 10-15 sene sonrada eskiyor ve maliyeti sıfıra yaklaşıyor. Bundan ne çıkar diyorsunuz elbette ama bu yapıların devlet eliyle yeniden inşası yoluna gidilecekse çok düşük bir maliyetle bu işi yapabileceğini unutmamak gerekir. Gerçi devlet bu konuda yanlış bir uygulama yoluna gitti. Genellikle tapusuz ve oturma izni olmayan bu yapıları yıkıp bir başka mekanda daha güzel yapılar meydana getirmek mümkünken, bu insanların o mekanlarda uzun süre kalmaları yolunu seçti. Hiç kimse imkanlarımız elvermiyordu demesin. Aslında siyasi iktidarlar en kötü seçeneği işaretlediler ve şehirleşmede sınıfta kaldılar. Bilgiye müracaat etmediler. Tabi işin kolayını da bulmuşlardı! Sağcısı, solcusu, İslamcısı, komünisti bir modernite masalı tutturdu ve ömürlerini lak lak ile geçirdiler. Adama sorarlar yani; “insanların hayrına olacak neler yaptın” diye. Belki çok devasa yapılar yapılabilir ve bu işlerinde söz ve yazı ile savunucuları da bulunabilir. Peki insanlarımız ne kadar mutlu hiç düşündük mü? İlk %20’nin mutluluğunu sağlamak insanı hesap vermekten kurtarmaz. Batılılar hatalarını anladılar, kapitalizmin getirdiği felaketi aşmaya çalışıyorlar. Mesela deniyor ki, Almanya, şehirlerin nüfusunun artmasına izin vermiyormuş. Elbette vermez, çünkü artışı önlemek için dışarıdaki insanların da aynı atmosferde yaşamalarını sağlıyor. Adamlar kasaba ve köylerde dahi UNESCO komiteleri oluşturuyorlar.
İlimizde de kenarlarda kalmış birçok mahallenin durumu aynen böyledir. Eski yerleşim yerleri olarak; Sürsürü, Kesrik, Aksaray, Salıbaba, Mornik, Fevzi Çakmak, Esentepe genellikle böyledir.
Bu mahalleler yeniden kurulabilir mi? Hiç kuşkusuz. Maliyetleri sıfıra yaklaşmış bu mekanların uygun bir mahalle taşınarak bu mahallelerin çok güzel mesire alanlarına, çocuk parklarına, luna parklara çevrilmesi mümkündür. AB fonlarının bu noktada oldukça cömert davrandığı unutulmamalıdır. Akıllı bir idare eskiyen bu yapıları, şehri yeniden şekillendirerek başka bir yere yerleştirebilir.
En iyi yönetici halkını en az idare eden yöneticidir. Mesela Osmanlı’da maarif vekaletini idare eden insan sayısı 25. Bu rakam o dönemin felsefesi ile ilgili ama koca savaşlar içinde böyle bir rakam. Şimdi bir de bu güne bakalım, rakamlar milyonlarla ifade ediliyor.
“Gelişme halinde bulunan ülkeler, gelişmiş ülkelerin teferruatçı ve komplocu politikalarını yani planlama tekniklerini kullanma yoluna giderlerse, o kadar çok sayıda vasıflı insan gerekecektir ki, bu ülkelerdeki sınırlı insan kaynakları da heba olup gidecektir. Bu da bu ülkelerin felaketi olacaktır.” Yani hiçbir zaman gelişemeyeceklerdir.
Çoluk çocuğunu barındırmak için gecekondu yapabilen insanlar aslında yetenekli ve mücadeleci insanlardır. Yeni mahalle oluşturmak için bu insanlardan çok istifade edilebilir. Unutmayalım, evini yönetemeyen insanlar büyük yönetici olamazlar.
NEVZAT ÜLGER
ŞEHİRCİLİK VE TURGUT CANSEVER
ŞEHİRCİLİK VE TURGUT CANSEVER
Merhum bilge mimar Turgut Cansever’i en azından isim olarak bilmeyen fazla kimse yoktur zannederim.
Turgut Cansever, bize ait ev ve şehir tipini de, modern Batı’yı da tarihi, felsefesi ve zihniyetine dayalı mimari uygulamalarını da hem iyi tanımış hem de üniversitelere derslerde, halka da yaptığı konuşmalarla anlatmıştır. Onun uzak Doğu felsefesi üzerine de önemli birikim sahibi olduğunu onun takipçilerinin yazdıklarından ve konuşmalarından anlıyoruz.
Yazıda kullandığımız “bize ait” kavramının, bizim insanlarımızın taleplerinin yine bizim mimarlarımız ve yapıcılarımız tarafından medeniyet kodlarımıza uygunluk anlamına kullandığımızı izaha gerek yok sanırım.
Esasen 2003-2004 yıllarında başlatılan ve sonraki yıllarda da devam ettirilen “yerinden yönetim” ilkelerinin güçlendirilmesine ilişkin düzenlemelerin, belediyelerin kaynaklarını artırdığını hepimiz biliyoruz. Daha sarih bir cümle ile “bütün mahalli ve müşterek nitelikli hizmetler yerel yönetimlere bırakılmıştır. Yerel yönetimlerden de daha çok belediyeleri ve il özel idareleri anlamak gerektiği bilinmektedir. Mesela belediyelerdeki bütçe ve kesin hesaplar, kadro ihdası, bazı meclis kararlarının onayı, bazı ihale işlemlerinin onayı gibi konularda vesayet sistemine son verilmiştir. Tabi burada bir konuyu da atlamamak gerekir; “mahalli idarelerin yetkileri artırılmış ancak merkezi idarenin yetkileri sınırlandırılamamıştır.”
Ülkemizde belediyecilik hala sorunludur. Otoriter yönetim tarzı nedeniyle, yol yapan, ağaç diken, çöp toplayan bir idare olmayı aşamadık. Halbuki belediyeler demokrasinin ilk adımı olmalıdır ama uygulamada çoğu belediyelerimiz belli görevleri yerine getiren bir idare olmayı aşamadı.
Bu konu aşılabilir mi? Zannederim baktığınız pencereye bağlı. Birkaç defa yazdığım Harput’un yaşanabilir bir mekan haline getirilmesi ile Sürsürü’nün eski yerleşim yeri gibi mekanların çok cazip hale getirilmesi mümkündür. Ama yerel yönetimlerin buna istekli olmaları gerekir.
Son beş yılda şehri sevimsiz hale getirmek için her şey yapıldı. Ama gidenin arkasından iyi şeyler söylenmeli diye bekleyenler oldukça az.
Yapacağımız iyileştirmeler insanlar için olacağına göre, insanların “insani” ihtiyaçları dikkate alınarak düzenlemeler yapılmalıdır. Bu işin nasıl olacağı biraz da bellidir. Önce yönetici kadronun istekli olması gerekir her şeyden önce. Olayı Batı insanı gibi görürseniz yapılacak düzenlemeler de bizim insanımıza sıcak gelmez. Eğer kendi medeniyetinizi samimi olarak benimsemişseniz benim keyfim böyle istiyor diyemezsiniz. Bizim peygamberimizin iki hususiyeti ve iki tavsiyesi diğer peygamberlere göre hikmettir: “Ferdiyetin yüceliği” ve “güzellik sevgisi.” Yani ferdiyetin yüceliğini göz ardı etmek insanı yalnız sevimsiz yapmaz, aynı zamanda sorumlu da yapar. Güzellik duygusu ise bir kızıl elmadır.
Bu şehir aynı zamanda gelecek nesillere de ait olacaktır.
Bu konuda yaşanmış bir olay anlatmak istiyorum. Yurtdışındaki bir vatandaşımızın iki kızı da başlarını örterek okula gitmişler. Öğretmen “bu şekilde sınıfa giremezsiniz” demiş. O veli de bir avukat tutarak hakkını arama yoluna gitmiş. Avukat bu örtünmenin inanç gereği olduğunu anlatmak için Kuran’ın Almanca mealini bulmuş ve okula gitmiş. “Her insan inancına göre giyinmek hakkına sahiptir” anayasa hükmü uyarınca okul müdürü veliden özür dilemiş ve çocuklar okula devam etmişler.
Şunu demek istiyorum; imar konusunda yapılacak işlemler bellidir. Konu fazla beklemeye alınıyorsa orada sıkıntılar olacak demektir. Almanya’da veya İngiltere’de bir konu bir avukatla bir günde çözebiliyorsa, biz de konuların aynı hız da çözümlemesi gerekmez mi? Uygun işe uygun adam bulunursa çözülür.
NEVZAT ÜLGER
DAHA ÇOK ÖZGÜRLÜK
DAHA ÇOK ÖZGÜRLÜK
Hafta sonu birkaç arkadaş oturuyoruz. Bir arkadaş dedi ki; bizim devletimiz yüz yıllıktır. Arkadaşı biliyoruz. Samimi bir insan ama bilgi noksanlığına geldi bu cümle zannederim. Kendisine anlattık, rejim değişikliği ayrıdır, devletin ömrü konusu ayrıdır. Tabi, sonradan anlaşıldı ki arkadaşımız olaya bir başkasının penceresinden bakıyor. Kendisine facebook vasıtasıyla gelen bir gönderinin etkisinde kalmış ama gönlü de biraz öyle arzuluyor. Olayı kısmen anlattık, o da nezaketinden dolayı itiraz etmedi. Şimdi konuyu burada tekrar anlatmak istiyorum. Çünkü toplumda bazı argümanlar, açıktan itiraz edilemeyen İslam’a dolaylı olarak itirazların olduğu düşüncesini çağrıştırıyor.
Tezimizin özü şu: Türkler Anadolu’ya 1040’ta gelmişler, 1055’te devlet kurarak, zaman zaman aksamalarla sonunda da rejim değiştirerek günümüze kadar 1.000 yıllık bir zaman dilimi içinde “Türkiye”, değişik isimlerle devlet olarak vardır. Vatan toprağı aynı, halk aynı, devlet görevlisi memurlar aynı, kanunların kahir ekseriyeti aynı, siciller aynı, yalnız rejim farklılığı vardır.
Türkler, 1055’ten itibaren kendi isimleriyle siyasi sahnedeki yerlerini aldılar ve bu medeniyetin başat kollarından oldular. Abbasiler her ne kadar 750 ile 1258 yılları arasında hüküm sahibi olmuşlardır dense de, akıncılar döneminin sona erip merkezi hükümetin ücretli asker kullanmak zorunda kaldığı tarihten itibaren, bu askerlerin çoğunluğunu Türkler oluşturmuştu. Böylece Müslüman olan Türkler on yıllardır sahip oldukları fiili nüfuzla yetinmeyerek, halifeye dokunmadan bir hükümet darbesi yaparak halifeyi himayeleri altına aldılar. Böylece halifenin hiçbir siyasi yetkisi kalmadığından iktidar Selçukluların eline geçti. Onların etkinliği ile güçlü bir devletçilik başladı. İktidarın şehirdeki etkinliği iyice arttı. Selçuklular Ortaçağ Avrupa’sının gıpta ettiği Nizamiye Medreseleri ile dünyada ünlendiler. Selçukluların etkili girişimleri sonucu Sünni hareket, Şii akımlara karşı ciddi bir zafer kazandı denilebilir. Selçukluların iktidarı Fatımi projesinin de yarıda kalmasını sağlamıştır.
Tabi bu döneme damgasını vuran üç önemli olay olduğunu unutmamak gerekir; etkileri iki asır süren Haçlı Seferleri, 1258 yılında devletin sonunu belirleyen Mogol istilaları ile toprak ve güç kaybı sonucunda İmparatorluğun dağılması.
Daha sonraları Selçukluların yerine kurulan Osmanlı Devleti ise Batı’nın, ileri bir devlet nasıl olmalıdır diye düşündüğünde hep örnek aldığı bir yapı olmuştur. Zaten “Avrupa tarihi ile Osmanlı tarihi iki paralel tarih değil midir” Osmanlı tarihini görmezseniz Avrupa tarihini, tarihçilerin kendi ifadeleri ile dünya tarihini yazmak ne kadar gerçekçi olur? Batı’da “Luteryanizm üzerindeki İslam’ın etkisini” kabul edenlerin sayısı oldukça fazladır. Ancak Osmanlının iktidar dönemlerinde Avrupa, önemli bir değişimi yaşayarak iki asır sonra bütün dünyayı etkileyecek olan Rönesans gibi devasa bir devrimi gerçekleştirecektir.
Tabi arkasından o mutat soru geliyor: “Peki, İslam dünyası neden geri kaldı?”
Bu soru esasen İslam dünyasındaki zihin tıkanıklığının davet ettiği bir soru. Konuyu çok müşahhas olarak görmek isteyenler üç ismi iyi tetkik etmelidirler; Ahmet Cevdet Paşa, Sait Halim Paşa ve Tunuslu Hayrettin Paşa. Diyebiliriz ki; Abdulhamit, kuşkularından ve korkularından biraz kurtulup bu isimleri dinlemiş olsaydı belki de farklı yerlerde olabilirdik.
Kabul etmek gerekir ki, İslam dünyası bu gün köklü bir zihniyet değişimine muhtaç. Daha çok çalışmanın yanında, daha fazla okumak, daha fazla özgürlük, daha özgürce düşünmek, daha fazla liyakati öne çıkarma ve daha fazla demokrasi diyebilirsek kalkış aşamasında olduğumuzu çok rahatlıkla görebiliriz.
NEVZAT ÜLGER
YAHUDİLİĞİN KISA TARİHİ
YAHUDİLİĞİN KISA TARİHİ
Avrupa ırkçılığının arkasında iki devlet var; Almanya ve İngiltere. Dünya ırkçılığının arkasında da yine iki devlet var; İsrail ve İngiltere.
İsrail’in devlet olarak ortaya çıkışı 1947 yılı. Ondan önceki hayatı tamamen diaspora. İsrailliler dünyada Yahudiler olarak tanınırlar. Önce bir kimlik çıkaralım, sonra konuşalım isterseniz.
Yahudilik, dinin adı.
İsrail, ülkelerinin adı. İsrail aynı zamanda Yakup peygamberin diğer adıdır. İsrail oğolları kavramı Yusuf peygamberin babasını ve kardeşlerini Kenan ilinden getirtip Mısır’a yerleşmesinden sonra ortaya çıkmış bir adlandırma.
İsrail, Yahudi ve İbrani milletinin adı.
İbranice bu milletin kullandığı dilin adı.
Menşei 3.500 yıl öncesine kadar gider. Musa peygambere kadar.
Gariplik; dinleri ile milletleri aynileşmiş. Dinlerinin de, milletlerinin de ismini kullandığınız zaman aynı şeyi anlatmış oluyorsunuz.
Yahudilik anne ve babadan gelmekle birlikte, özellikle anneye ipoteklidir. Yani Yahudi olunmaz, Yahudi doğulur. Tabi bir de Yahudileşen insanlar var. Yani Yahudi doğmamış ama Yahudileşme temayülü gösterenler var ki, onlara da “adil yabancı” deniyor. Adil yabancılar da iki türlü oluşmaya başlamış; karma evlilikler yoluyla ve dünya ihtirası yüzünden düşüncelerini ve davranışlarını Yahudiliğe göre uyarlayanlar kanalıyla.
Yahudilik, İsrail milletinin tekelindedir.
Hz. Musa M.Ö. 1300 yıllarında yaşamıştır. Onun Turisina’da Tanrı ile mukalemede bulunması (konuşması) olayını Yahudiler üstünlüklerine gerekçe yaparlar. Tabi Hz. İbrahim’in ve hanımlarından biri olan Sara’nın soyundan gelmiş olmalarını da bir üstünlük ve hür olmak kavramına ekleyerek “özel” kavim olduklarına sayarlar.
Bu anlayış onların kendilerini mümtaz bir soy ve ırkçı olmak düşüncesine götürmüştür. Yahudilere göre insanlar iki kısma ayrılırlar; Tanrının ümmeti ve müşrikler. Değişik bir ifade ile Musa’dan yana olanlarla Firavun’dan yana olanlar. Bu anlamda da Yahudilik tarihi esas itibariyle bir “Ruhban”lar tarihidir denebilir. Bu durum Yahudilerin kendilerini çift katmanlı görmelerine neden olmuştur: dince ve kavimce üstünlük. Diasporadaki insan ve ruhsatı Tanrıdan aldığını söyleyen insan. Yani “yağı kendinden keşkek”.
Tabi bu seçkin kavme bir de vaat edilmiş topraklar olduğu düşüncesini taşırlar; Nil’den Fırat’a vaat edilmiş topraklar yani arz-ı mev’ut.
Yahudiler M.Ö. 1300 yılından 1947 yılına kadar vatansız olarak yaşamışlardır. Halbuki vatan için devlet, devlet için millet ve millet için de din gerekir.
Üstün bir soya sahip olma İsraillinin dışında Almalarda ve İngilizlerde de var. Bu durum ikisinde de kurumsallaşmış durumdadır. Yahudiler bu üstünlüklerini nasıl dine dayatıyorlarsa, İngilizler de dünyanın her köşesine “Batı Medeniyeti” ni götürmeyi bir üstünlük gerekçesi saymaktadır. Dolayısı ile sömürgecilik ve tabi insanları köleleştirmeyi kendisine bir hak, hatta yükümlülük olarak görmüştür.
Belki de bundan dolayı 1650 yılından bu güne bir “Yahudi-İngiliz” ortaklığı sürdürülmektedir. Aslında bu ortaklıkta “din” sadece bir “sos” olup, esas olan dünyanın sömürülmesidir. Bu ilkeye de “Sekülarizm” diyorlar.
Fransızlar buradaki dengeyi kaçırdıkları için gafletle kendilerini “laisizm” girdabına kaptırmışlardır.
NEVZAT ÜLGER
ÇİN SON 30 YILDA NASIL KALKINDI?
ÇİN SON 30 YILDA NASIL KALKINDI?
“Tersine Mühendislik” ya da “geriye Doğru Mühendislik” diye bir kavram var. Bu kavramlar son 150 yılın, ille de son 70 yılın en dikkat çeken konuları.
Tersine mühendislik yapan uzmanlar, elde ettikleri kod bilgilerini kendi programlarına aktarırlar ve ufak tefek değişikler sayesinde telif hakkı bile ödemezler. Ayrıca tersine mühendislik, bir firmanın kendi uygulamasındaki hatalı yerleri ortaya çıkarması için de önemli bir rol oynar. Diğer yandan amatör girişimciler, uygulamaların hangi mantıkla hazırlandıklarını anlayarak faydalı fikirler elde edebilirler.
Tıpkı Sanayi Devrimi’nden sonraki genç küresel ekonomide olduğu gibi bugün de ülkeler tersine mühendislik uygulamaları sayesinde sektöre yön verilebiliyor. Pek çok yazılım şirketi ve dev firmalar sırf bu yüzden uygulamalarını geliştirmek için açık kaynak olarak sunmadıkları programlama dilleri geliştiriyorlar.
Büyük ihtimalle uzun yıllar, tersine mühendislik uygulamalarına karşı hukuki önlemler almak zor olacak ve birilerinin fikirleri başkalarını zengin yapmaya devam edecek.
*
1990’ların başlarında Sovyetlerin yıkılması sonrası, eski ihtişamını kaybetmiş olan Rusya, Çin ile yeni bir sayfa açıyordu. Çökmüş ekonomisini biraz olsun hareketlendirebilmek amacıyla SSCB’den miras kalmış çeşitli silah sistemlerini cüzi bedellerle satışa sunmaya başlamıştı. Çin de hiç zaman kaybetmeden bu fırsattan istifade ederek örneğin, bir takım gelişmiş ve önemli platformları ilk önce hazır alım şeklinde ithal etmeye başladı, ardından üretim lisansı alarak yerel üretim faaliyetlerine başladı.
Fakat Çin’in ithalatı sadece burada kalmıyordu. Sovyetlerden kopup bağımsızlığını ilan eden bütün Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi ülkeler Çin’in hedefindeydi. Hızlı bir hareket ile bahsi geçen ülkelerden, öncelikle gelişmiş Sovyet askeri platformları üzerinde çalışmış mühendisler, teknisyenler ve bilim insanları, ardından da bu alanlarda yeterliliğe sahip olduğu öğrenilen kişiler, teşviklerle Çin’e yönlendirildiler. Bu insanlar, gerek alışık oldukları sistemin çökmesi nedeniyle gerekse yoksulluk ve önlerindeki belirsizlik nedeniyle fazla diretmeden bu fırsatı değerlendirmeyi seçtiler.
*
Tersine Mühendislik bir aracın veya bir parçanın içini açmak kadar basit bir olay değildir. Hedef üründe kullanılan üretim metodundan, kullanılan malzemenin içeriğine ve uygulama şekline ve tabii bunlara ek olarak hangi sistem parçalarının ne sebeple ve niye kullanıldığını öğrenebilmek, anlayabilmekle alakalı bir bütündür. Bunları bir kaç sene içerisinde kavramak ancak iyi bir mühendislik ve iyi bir yetenekle mümkün olabilir. Kısacası her ürünün içini açarak öğrenmek her zaman mümkün olmuyor.
*
Ülkemiz birçok sektörde sadece üretici konumundan çıkmakta ve artık ürün geliştiren bir konuma gelmektedir. Türk Cumhuriyetlerinde, Orta Doğu’da, Arap ülkelerinde ve iç pazarlarımızda, Türkiye’de üretilen ve tasarlanan ürünler artık daha çok tercih edilmeye başlanmıştır. Yerli firmalarımızın küresel rekabette çok daha kuvvetli olabilmek için yaratıcılığa, ürün tasarımına ve üretimine ihtiyacı var. Bunlar için de zaman ve finansal kaynağa ihtiyaç duyulmaktadır. Tersine mühendislik sayesinde bu ihtiyaçlar en aza indirgenebilir.
NEVZAT ÜLGER
TERSİNE MÜHENDİSLİK
TERSİNE MÜHENDİSLİK
Tersine mühendislik, 150 yıllık bir geçmişe sahip. Elbette bu kadar mahir ve gelişme içerisinde oluşu özellikle ikinci dünya savaşından sonra başladı. Bu sistemin adına “geriye doğru mühendislik” de deniliyor.
Japonya’da 1868 yılında başlayan “Meiji Tanzimatı”ından bu yana, ithal edilmiş teknolojiyi özümseme ve geliştirme yöntemi, o gün bu gündür hem Japonya’da hem de sanayileşen her ülkede uygulanan bir “tersine mühendislik” hareketidir. Bu metot 1950 ve 1960’lı yıllarda yaygın bir biçimde kullanılmış, özellikle büyük Japon şirketlerinin AR-GE stratejilerini etkileyerek, bu günkü Japon yenilik sistemini ortaya çıkarmıştır. Japonlar, çok az sayıda özgün ürün teknolojisi yapmalarına rağmen, üretim sürecinde hem verimliliği hem de kaliteyi artırıcı tasarımları “tersine mühendislik” metodu ile ortaya çıkarmışlardır. Elbette her teknik açılım yeni buluşları da beraberinde getiriyor.
Bugün artık eskisinden çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap verecek çözümler üretmek zorundayız. Bunu başarabilmek için geçmişin çözümlerini çok iyi bilmeli ve bunları doğru tahlil ederek yeni ve sağlıklı çözümler bulmalıyız.
“Tersine mühendislik, dünya ticaret tarihinin cin gözlü firmaları ve devletleri tarafından uygulanmaya başladı. Başarılı firmaların yok satan ürünleri, başarısız firmalara örnek teşkil etmeye başladı. Arabalar, uçaklar ve daha nice mühendislik harikaları, başarısız olan firmalarca paramparça edildiler ve farklı markalar adına tekrar uyarlandılar. Devam eden yıllarda Çin, küresel ekonomide söz söylemeden önce tersine mühendislik ürünleriyle dünyayı kasıp kavurdu. Hayatımıza “Çin malı” dediğimiz çakma ürünler girdi ve çekik gözlü insanlar, tersine mühendislik sayesinde bugün en kaliteli üretim sanayilerinin kurulduğu ülke oldu.” Tabi Çin sıkıntılı bir ülke. Çin’de büyüme çok eşitsiz bir pozisyonda. Çok küçük bir grup bu gelişmeden nemalanıyor. Otoriter bir devlet olduğu için yolsuzluğun haddi ve hesabı yok. Otoriter devletlerde kalkınma ve gelişmenin devamlı olmasına kalıcı örnek henüz yok.
Dünyanın bütün ülkeleri için, otoriter büyümelerde verim artışı geçici ve düşük oranlı, daha az yenilikçi ve ayakta kalma şansı da sınırlıdır. Bu yalnız Çin’ de değil, Rusya’da da böyle olmadı mı? Oysa artık kabul edilmiştir ki, katılımcı, çoğulcu, ortak akılla işleyen, diyaloga açık, ileri demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü standartlarını en yüksek seviyeye çıkarma, güçlü ekonomi politikası ve itibarlı ekonomik kurumlar oluşturma, çevreyi koruma konuları şiddetle ihtiyaç haline gelmiştir.
Demek ki aynı ivmeyi her ülke yakalayabilir. Ancak ekonomik kurumları da siyasi kurumları da kapsayıcı hale getirmek gerekiyor. Elbette adalet her şeyin başı. 1983 sonrasında ticari ve sinai alanda sağlanan rekabetçi ortam, KOBİ’ler eliyle bu ülkeye dev adımlar attırmıştı. İnsanların becerilerine göre yatırım yapmaları, istedikleri iş ve mesleklere girmeleri önemli bir gelişme sağlamıştı.
Tekrar başa dönersek, Japonya, Çin, İngiltere ve diğer sanayileşmiş ülkeler, “fabrikayı laboratuar olarak kullanmak” fikrinden hareketle bu gelişme çizgisini yakalamışlardı.
Bir bakıma “Japon Mucizesi” denilen olguyu biraz aralamış olduk. Japonlar ve Çinliler, “tersine mühendislik denilen bu uygulamaya çok şey borçludur. Tersine mühendislik uygulamaları ABD ve benzerlerini ne de çok etkilemişti. Artık ABD’nin “kitle üretimi” felsefesinin geçerliliği kalmamıştır.
Meraklısı için söyleyelim ki, bu metodu takip etmeyen gelişmiş kabul edilen ülke yok. Tek şart, reklamdan uzak durup, bu işi sessizce yapmak gerekir. Yumurtlamadan bağırmak tavuklara özgüdür.
NEVZAT ÜLGER
HESAPLAŞMA
HESAPLAŞMA
“Yazarlık ter işidir, ilham değil’’ diyor bir düşünce adamımız. İnancımızda da keşif, sezgi ve ilham bir bilgi kaynağı değildir.
Adam lafın gelişi sağcı ya da solcu. Neden olduğunu izah edenlerin oranı binde rakamlarıyla ifade ediliyor. Karanlıkta satranç oynamanın neresi caziptir doğrusu anlamak zor. Mantık, tutarlı düşünmenin kurallarını araştırmayı emrediyor bize.
“Beyaz Türkler” diye bir kavram atıldı ortaya. Kimdi bu Beyaz Türkler? Bir soy mu, bir zihniyet mi? Şimdi bu Beyaz Türkler niye küstüler sahi? Bir dönem bu kitle Rus akımının etkisinde olarak masabaşı köy romanları yazar, etkiledikleri “devletli” dostları vasıtasıyla da dünya dillerine bunların kitapları tercüme edilirdi. Şimdi bu akım çalışmıyor. Bunu yalnız ülkedeki iktidar değişikliği ile izah etmek doğrusu biraz sığlık olur. Mahmut Makal’ları, ilgilisinden başka fazla hatırlayan yok. Halbuki Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Cemil Meriç, Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Erol Güngör, Sezai Karakoç vb isimler her kesim tarafından biliniyor ve seviliyor.
Bozkırlara mahkum edilmiş, şehirleşmemeleri için özel bir gayret sarf edilmiş bir kitlenin, çok partili hayata geçişten sonra, önceleri gecekondulaşma şeklinde başlayan şehirlileşme macerasını, sonraları şöyle ya da böyle, üniversite eğitiminden geçerek Türkiye’de söz sahibi olan sessiz kalabalıkların rafine olması şeklinde okunmasında ne mahsur var. Hatta “göbeğini kaşıyan adam” benzetmelerine de son 20 yılda artık zemim de bulamıyorlar. Yalçın Küçük bunun için dövünüyor. Bizim tapulu arsamıza gökdelenler kurdular dövünmelerinin esas nedeni, çıralarına gaz damlamaması.
Hiçbir şey tek bir sebepten ibaret değildir. Önceleri kartopu benzetmesi vardı. Şimdi onun yerini “kelebek etkisi” aldı. Duruş yeri kestirilemeyen bir anlayışı ifade etmek için kullanıyorlar. Bir kaos paradigması. Belki de karmaşaya anlam kazandırma çabası. Net ifadesi ile; “kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır.”. Yeni gelişmeleri kucaklayan bir tarif. “Türkiye’nin ille de tek bir nedene odaklanması ve bunun da her kesim için farklı olması” sorun tespitiyle başlayan bir anlayış. Beklenti; fencilerle mistiklerin bir gün elele vermiş olmaları değil midir? Barıştan korkanlar var. Hedef “Türkiye ittifakı” olmalıdır.
Türkiye artık “kültür arkeolojisi” yapabilecek durumdadır. Bu arkeolojilerin yaptığı tahlillere göre toplum olarak nerede olduğumuzu, artılarımızı ve eksilerimizi görebiliyoruz. Yani kültürel bir swot analizle güçlü ve zayıf yönlerimizi tespit etmekte zorlanmıyoruz.
Elbette bazı kesimler hala belli ideolojilere sıkı sıkıya bağlı kalarak arkaik bir toplum özlemi içinde yanıp kavrulmayı maalesef bir özellik olarak görmeye devam ediyor. Halbuki yerimizi tespit bakımından koordinatlar artık oldukça belirginleşti. Kimlerle yan yanayız, kimlerle karşı karşıyayız veya nasıl bir dünyanın içinde olduğumuzu artık iyi görebiliyoruz. Hatta görünenin arkasında neler ve kimler var artık sır değil. Bu konu ekonomi için de, siyasi partiler için de, uluslar arası dengeler açısından da oldukça net.
“Batı ve Doğu” kavramları işin doğrusu oldukça kurgusal. Bu kavramların dayandığı temel argümanları biraz analiz ettiğimizde işi daha iyi anlayabiliyoruz. Bilginin arka planı olmalıdır. Arka planı olmayan bilgi, bir gevezelik olarak kalmaya ve toplumu da aşağı çekmeye devam eder. Hani yakın geçmişte bir yazarımız “bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olanlar var” diyordu ya, haklıydı adam. Bir naif kitle hala “solcu olmak”la övünüyor.
Dünya hala Yahudi-Hıristiyan imgelerle örülü bir durumda. Üzerindeki tülü hafifçe arayabilirsek hakikati görme şansımız güçlenir. Kapitalizmin insanla ve toplumla savaşına dikkat etmek gerekir. “Dünya beşten büyüktür” cümlesi adamları çileden çıkardı. Bizde hala “Soroz” hayranı, Soroz silahşörleri var ve bu mensubiyetlerini de gizleme ihtiyacı duymuyorlar.
“Bir dönemi anlatmak sadece tarihçilere bırakılmamalı”, “tarihten bir kesiti değil hepsini bir bütün olarak” anlamaya çalışmak gerekir. Tarih lineer bir çizgide ilerlemez, spiral veya dairevidir. Eğer hala lineer bir tarih anlayışımız varsa lütfen konuyu bir daha gözden geçirelim.
NEVZAT ÜLGER
HARPUT’A LALE DE YAKIŞIR GÜL DE
HARPUT’A LALE DE YAKIŞIR GÜL DE
Harput’ta son otuz yılda dört bina yapmışız. Hünkar Konağı, Harput Evi, Okuma Evi ve Harput yokuşunda bir okul. Hangisi verimli kullanılıyor acaba? Şair Fuzuli belki de böyle günler için; “Ne yanar kimse bana ateşi dilden özge / Ne açar kimse kapım badı sabadan gayrı” dizelerini yazmıştı. Yapıları yerinde yapıp yapmadıklarımız mimarların ve şehir plancılarının işi elbette ama yerinde kullanamadığımız çok aşikar.
Bu ülkenin de, bu şehrin de bu mekanlarda yaşayan insanların da gönülleri büyük. Esasen Harput tarih boyunca önemli bir merkez olmuş hep. Son yirmi yıl içerisinde Harput Kalesi içerisinde yapılan kazılara göre kalenin, elbette ki Harput’un tarihi milattan çok öncelere gider diyor kazı başkanı.
Harput her şeyden önce bir tüketim malzemesi olarak kullanılmaktan kurtarılmak durumundadır. Harput’ta devamlı yaşayan insanların sayısını artırmak gerekir. Gezip görülecek yerler oluşturmalıyız. İş insanlarımızdan Şefik Gül ve kardeşlerinin yaptırdıkları “Şefik Gül Evi” yalnız başına bir çekim alanı oluşturdu. Şefik Bey, bir de bedesten yaptırmak istiyordu ama dönemin yetkilileri alt yapıyı oluşturamadılar. Halbuki çarşılar bir mekanın kalbidir. Şehirler nasıl medeniyetlerin göstergesi ise, çarşılar da şehirlerin göstergeleridir.
Geçen gün yazmıştım; taş yapı olarak tek veya iki katlı 300 adet Harput evi yaptırmak gerekir. Bu evlerin yapımında devletin/ belediyenin yapacağı tek iş yapı mahallini göstermek ve işleri kolaylaştırmaktır. Bu halk çok 300 ev yapar Harput’a. Türk evi modellerine ihtiyaç da var, beklenti de. Türk evleri hem sağlam hem de sağlıklıdır.
Harput’ta “Seyir Tepesi” ile “Anguzu Baba” tepeleri yan yanadır. Mesela Anguzu Baba tepesine çıkmak için doğal bir merdiven oluşturmak zor olmasa gerek. Neden Anguzu Baba tepesini öneriyorum, onu biraz açmam lazım her halde.
Anguzu Baba 8. Veya 9. yüzyılda şehit düşen bir Müslüman. Müslümanlar heykel yerine “makam” tahsis ediyor şehitlerine. Anguzu Baba için de böyle bir mekan ve makam tahsis edilmiş. Bu tepenin bazı özelliklerinin iyi bilinmesi gerekiyor.
Herşeyden önce bu tepe, şehri 360 derece görebilen önemli, belki de tek bir seyran yeri. Şeker Fabrikası ve Yurtbaşı bir tarafında, Hava alanı ve uçak pisti bir tarafında, Ölbe Vadisi ve Göllü Bağ bir tarafında, Organize Sanayi ve baraj gölü bir tarafında, Pertek ve Pertek Kalesi ile baraj gölü bir tarafında, Munzur Dağları ile Süpürgeç Dağı bir tarafında kendi güzelliklerini göstermek için adeta davetiye gönderiyorlar. İşin doğrusu davete icabet gerekir ama imkan da olmalı değil mi? Mükemmel bir seyir yeri ama çıkması güç bir mekan. Oysa merdiven oluşturmak yerel yönetimlerin birkaç günlerini alır. Küçük dokunmalar büyük reklamlara vesile olur oysa.
Birkaç gün önce üç arkadaş yeni gelişmeleri görmek için Tunceli vilayetimize gittik. Hakikaten çok güzel şeyler yapılmış. Barajdan ötürü Munzur nehri akar vaziyette değil ama Munzur’un iki yakası da gergef gibi işlenerek çokça park, restaurant, çay bahçesi ve çocuk oyun alanları yapılmış. Nehrin üzerine dört ayrı yerde “asma köprü” yapılmış. Bir doğu şehrinde değil de adeta İstanbul’un bir semtinde geziyorsunuz hissi her an hissediliyor. Yani emek verilmiş ve 33 binlik bir yerleşim yeri adeta büyük şehir havasına girmiş. Munzur Üniversitesi şehre girişte karşılıklı selamlaşmanız için nefis bir tepeye çekilmiş. Yollar sıfır asfalt. Tepebaşı’na yapılan çok katlı bir otel ve restaurant ise bana göre silüete uygun düşmemiş. Burası bir milletvekiline aitmiş. Halbuki eski Tepebaşı daha güzeldi. Sermayeyi iyi kullanmak gerekir.
Evet, hizmet yapmak isteyene devletimiz her türlü imkanı veriyor. Yalnız Tunceli değil, diğer yanımızda Bingöl ve hemen yakınımızdaki Erzincan da aynı gelişme çizgisini yakalamış. Gelişme hızlarını görmek isteyenler, yıllara sari gelişme skalalarına bakabilirler.
Tekrar konumuza dönelim. Harput mazi ile moderni buluşturmak için her türlü imkana sahip. Hemen inanç turizmine açabilirsiniz. Örnek Urfa. Halilurrahman ve çevresi insan kaynıyor. Gaziantep’te suni kaplıcalar yapılmış. Hizmet düzeyi çok yüksek. Suları şifalı mı diye soran bile yok. Ama bu çekim merkezini oluşturabilmiş. Dabakhane ve çevresi bu iş için çok rahat tanzim edilebilir.
Yazacak çok şey var elbette. Zaman zaman yazacağız da. Maksat Harput gibi istikbal vaat eden bir mekanın güzelleştirilmesi için etkili ve yetkili kişi ve kuruluşlara hatırlatma yapmak. Yahya Kemal’i analım son olarak:
“Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül / Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.”
NEVZAT ÜLGER
MAZİSİZ VATAN OLMAZ
MAZİSİZ VATAN OLMAZ
Yahya Kemal anlatıyor; “Gökalp, benim mazideki güzel eserlere ve olaylara ilgimi görünce bana dedi ki, neden mazideki eserlerle ilgileniyorsun, kendin ol. Harabatiyle meşgulsun, harabatisin, gözün mazide. Ben de ona dedim ki; “Ne harabi, ne de harabatiyim / Kökü mazide olan bir atiyim.”
Aslında maziyi vatandan ayırmak, ruhu bedenden ayırmak gibidir. Bizim Anadolu’da bin yıllık bir mazimiz var. 1040’larda Anadolu’ya gelen Selçuklular, 1055 yılında Çağrı ve Tuğrul Beylerin kabiliyet ve basiretiyle “Anadolu Selçuklu Devleti”ni kuruyorlar. Onların vefatından kısa bir süre sonra başa gelen Sultan Alparslan da 1071’de Malazgirt’de Romen Diyojen’i yenerek Anadolu kapılarını ardına kadar Müslümanlara açıyor.
Çok değil, bu olaydan 14 yıl sonra Çubuk Bey Harput ve havalisinde beyliğini ilan ediyor. Selçukluların bir uç beyi olarak 1111 yılına kadar Çubuk oğulları hanedanı idarede kalıyor. Bu tarihten sonra Artuklulardan Behram Oğlu Belek (Balak) Gazi ve hanedanı hüküm sürüyor. Belek Gazi çok renkli ve hareketli bir hayata sahip.
1234 yılından itibaren Selçuklular doğrudan Harput’u yönetiyorlar. Sonra İlhanlılar, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular (40 yıl) ve Safeviler (9 yıl) idarede söz sahibi oluyorlar. Harput 26 Mart 1516 tarihinde Osmanlıların eline geçiyor.
Bu anlatımların ardından şunu rahatlıkla ifade edebiliyoruz: Vatan devletsiz, milletsiz ve dinsiz olamaz. Diğer bir ifade ile vatan milletle vardır. Yani milletin yerleştiği toprak vatan olur. Onun için şair, “Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır” demiştir.
İngilizler nasıl iz bırakacak seviyede Londra’da, Fransızlar Paris’te görünür olmuşlarsa, Türkler de İstanbul’da parlamıştır. Türkçe, İstanbul’da “dil estetiği”ne kavuşmuştur. Dünyanın 44 kavmine ait yetenekli ve kabiliyetli çocukları İstanbul’da Türk ve Müslüman yapılmıştır. Onlar da dünyada iz bırakacak eserlere imza atmışlardır. Mimar Sinan’ı kabul etmeyen bir çevre yoktur dünyada. Vd.
Kapalı Çarşı, Süleymaniye, Sultan Ahmet, Dolmabahçe, İshakpaşa Sarayı, Boğaz köprüleri, denizin dibinden geçerek kıtalar arası ulaşım yapan Marmaray, Beylerbeyi Sarayı ve daha yüzlercesini hep bu millet yapmıştır.
Bin yıldır Anadolu’dayız. O çok güçlü olan ne Cengiz bu kadar kalmış bu topraklarda ne de İskender. Çünkü onların estetiği ve merhameti yok. Bütün dünyaları vurmak, kırmak ve yıkmak üzerine. Halbuki, bizde mimari, estetik, hat, tezhip, musiki var. Zannederim en büyük eksikliğimiz düşünce üretemeyen tarafımız.
Geçen televizyonda Süleyman Seyfi Öğün de aynı doğrultuda bir cümle kullandı; “Dosyamız çok ama sistematik davamız yok.” Çok nefis bir tespit. Bundan ötürü de sistematik bir okuma yapamıyoruz. İnsan bir konuyu çok iyi bilmelidir. Ama her şeyi bilirim sevdasına düşerse insan hiçbir konuyu sadre şifa olacak derecede bilemez durumunda kalır. Hocanın dava eksikliği dediği bu olsa gerek. Yani bir konu üzerine yoğunlaşarak aranan bir kimse olamıyoruz.
Tekrar konumuza dönersek, bu vatan, atalarımızın külleri üzerine kuruldu. Bu konu uzak tarihimiz için de yakın tarihimiz için de böyledir. Ülkemizde elbette Roma dönemine ait eserler de var, Bizanslılara ait olanlar da var. Biz onları yıkmadık. Eski eserlere sahip çıkmamız gerekir. Mateessüf, Elazığ’daki insanın gözü, 1939 yılında Hurrem Müftügil tarafından yaptırılan ve on iki yıl önce yıktırılan “Elazığ Belediyesi Hizmet Binası”nı aramıyor değil yani. Çünkü o bina Elazığ’ın ilk betonarme binasıydı. Korunması gerekiyordu.
Konuya devam edeceğiz inşallah. Her neyse. İyi ki şiir de var:
“Gönüldendir şikayet, kimseden feryadımız yok.”
NEVZAT ÜLGER