NEDEN SİYASİ PARTİ SAYISI ARTIYOR?
NEDEN SİYASİ PARTİ SAYISI ARTIYOR?
Çok partili hayata geçtiğimiz günden beri siyasi parti sayısı her geçen gün artıyor. 1945 yılında CHP’den ayrılan dört milletvekili Demokrat Parti’yi (DP) kurarak, 1946 yılında yapılan uyduruk seçimi saymazsak ilk seçimde hemen iktidar oldular. Ancak yeni siyasi parti kurma çalışmaları hep devam etti ve 1950-60 arasında da birçok parti kuruldu.
1960 yılında yapılan bir “darbe” ile bütün siyasi partiler kapatıldı. İki yıl sonra siyasi parti kurma çalışmaları serbest bırakılınca yine çok sayıda parti kurulmuştu. Aynı nakarat 1980 darbesinden sonra tekrar oynanmış ve birçok parti kurulmuştu.
Şimdi yine bir veya birkaç partinin kurulacağından bahsediliyor. Konu üzerinde durmak, fakat çözüm üretmek gerekiyor.
Öncelikle iki konuyu hemen masaya sürmemiz gerekiyor:
-Her yeni parti kurulurken, güç elde etmesiyle birlikte, “Siyasi Partiler Yasası” ile “Seçim Kanunu”nun değiştirileceğinden bahseder ama gücü elde edince de bu söylediklerini artık gündeme taşımadığı gibi taşınmasından da hoşlanmaz. Mevcut düzenlemelerde milletvekillerinin halk tarafından aday gösterilmesi neredeyse imkansız gibidir. Parti Genel Başkanı ile dar çevresi milletvekili adaylarını belirler ve halka da “ancak bunlara oy verirseniz ülke düzlüğe çıkar” diye empoze ederler. Bu empoze edişte çok tesirli sloganlar ve propaganda şekilleri uygulanarak seçmenin oyu alınır. Aslında her şey yasaldır ama içinde halkın tercihi yok denecek seviyededir.
-Günümüzde bilgili ve lider profiline sahip çok insan yetişiyor artık. Bunlar da ülkeyi ben yönetirsem daha faydalı olurum diye düşünüyorlar. Ama önlerinde önemli bir engel vardır: Türkiye’de bir partiye genel başkan olan kimse, belli süreler için genel başkan olmaz. Türkiye’de genel başkanlık ölünceye kadardır. Bu işin istisnaları yok mu? Var elbette ama onlar da iktidar olma şansı gözükmeyen partiler için geçerlidir.
-Halkın (temsilcileri anlamında delegelerin) söz hakları belirlenirken, bu delegeler bu defa partilerin il yönetimlerince, belki de il başkanı ve 3-5 kişi tarafından belirlenmektedirler. Neticede orada da halk değil, halk anlamında 3-5 kişinin belirlediği bir çevre vardır. Böylece atanan il başkan ve üst kurul delegeleri merkezin emrinden çıkamayacağı için bu tablo hep aynı kalacaktır. Bu kurala uymayan il yönetimlerinin de, merkez kadrolarının da değiştirilerek yerlerine daha verimli ve güvenli insanların getirilmeleri elbette kaçınılmazdır.
-Milletvekilleri genel başkan ve yakınındaki dar çevre tarafından, delegeler ve hatta belediye meclis üyeleri ile il genel meclis üyeleri de il başkanları ve 3-5 kişi taraf belirlenmesine imkan veren “Siyasi Partiler Yasası” ile “Seçim Kanunu” değiştirilmediği sürece de bu uygulama devam edeceğe benzemektedir.
Konu uzatılmaya çok müsait ama neticeye gelelim:
Yeni yüzlerin kendi istekleri ile yönetimlerde yer almaları mümkün olmadığına göre, zannederim yeni partilerin kurulmalarının önüne geçilemez. Hele hele yeni sistemdeki “bloklaşma” üzerinden seçim kazanmak daha kolay olduğundan, yeni partilerin sayısı artmaya devam edebilir. Yeni partiler tutar ya da tutmaz, bu işin ayrı bir tarafı ama “bloklaşma”nın zorunlu hale getirdiği partilerin bir arada bulunma mecburiyeti yeni partilerin kurulmalarını teşvik eden en önemli neden gibi duruyor önümüzde. Yüzde birin altında oyu olan partilerin temsilcilerinin şu anda mecliste oldukları gözden uzak tutulmasın.
Geldik temel soruya; Seçim Kanunu ile Siyasi Partiler Kanunu değiştirilmeli mi, değiştirilmemeli mi? To be or not to be!
NEVZAT ÜLGER
YENİ OLİGARŞİ ADALARI OLUŞMASIN
YENİ OLİGARŞİ ADALARI OLUŞMASIN
Oligarşi, geçmişte yalnızca devlet yönetimine çöreklenmiş bir avuç eliti anlatmak için kullanılırdı; İslamcılar, ANAP, RP ve AK Parti iktidarı en çok da Tek Parti ideolojisinin ürettiği oligarşik yapı ile mücadele etti.
Günümüzde şartlar oldukça değişti. Siyasal alanda gençlerden ihtiyarlara kadar yeni Türkiye her türlü oligarşiyi reddediyor. Bir adım daha atalım dilerseniz; toplum artık siyasal partiler tarafından kendilerinin “müşteri” olarak görülmesinden rahatsız oluyor ve başka adreslere gitmekte tereddüt dahi etmiyor.
Üniversitelerde, çalışma hayatında, arkadaşlık gruplarında, bürokraside, devlet idaresinde, parti yönetiminde oligarşi adalarına anında refleks geliştiriyor. Herkes kendisini toplumun bir ferdi olarak görmelidir diyor ve ekliyor; “doğuştan getirilen özellikler üzerinden” çaka satılmasından nefret ediyor.
Toplum dar alanda oluşan güç merkezlerine, bir kişinin birkaç görev üstlenmesine, başarısızın ödüllendirilmesine karşı anında örgütlenip cephe alıyor. Sanal alemde hiçbir şey gizli kalmıyor. Kaybedenler bu durumu bir daha düşünmelidirler.
İnsanlar yetenekleri ve donanımlarıyla iş bulmayı, kamuya yerleşmeyi, yükselebilmeyi istiyor. Her birey toplumda birinci sınıf kabul edildiğine göre, özel bir durum arz etmeyen kadrolar için yazılı sınavın ardından mülakatın bir sınav olmadığına inanıyor.
Hangi alanda olursa olsun, iltimas, ehliyetsizin yükseltilmesi gibi konular kesinlikle tolere edilmiyor. Robin Hud’lar toplumda tekrar iltifat görüyorsa, iki kere düşünmek gerekir.
Yeni siyasal alanın yeni aktörlerinin yaşlıları bile ergen birey psikolojisine sahip, dikte edilmesinden, ötekinin hep ben bilirim ve sadece ben yaparım tezinden hoşlanmıyor. “Ben de yaparım”, yeni siyasal alanın ve yeni yetişen neslin iddiası. Kibir, üstencilik artık bir uzaklaşma nedeni haline geldi bile.
Geçmişte biraz da mecburiyet etiği uyarınca “tek sesli” dünyada, iletişimin gelişmediği dönemlerde retorik ve romantik duygusallık iş yapıyordu. Artık insanlar söylemlerin, tekliflerin, çatışmanın nedenini soruyor, sorguluyor. Bilgiye ulaşma günümüzde her taraftan akan bilgilerin sağlamasının yapılmasıyla gerçekleşiyor. İnsanlar tek kanal izlemiyor.
Asgari müştereklerimizi çoğaltmalıyız, yeni birey türü bunu kabullenecek hazır bulunuşa sahip. Bu amaçla esas rakip kodlamasını daha çok Türkiye ve millet kimliğimize karşı dış bağlantılara odaklamak gerek. Devletin mağdur üretmemesine, mazlum inşa etmemesine, memnuniyetsizliği artırmamasına yoğunlaşmalı, zira devlet bir çatı örgütlenmesidir. Devlet rıza inşa edip, mutabakat kurandır, dışlamaz içeri alır herkesi. Son yetmiş yıldaki gerekli sıçramayı yapamadıysak bu konuyu biraz daha düşünmeliyiz. İnsanlar artık sorguluyorlar. Dava, beka, düşman kavramlarını rastgele kullanmak, bu kavramları da profan hale getirebilir mi acaba?
Kurumların çalışması kifayetsizlerle değil ehliyetlilerle olur. Yeni siyasal alandan beklenti, bulunduğu kurumu götürebileceklerin seçimine yönelik olmalıdır. Adam tayin edildiği görevin tanımını ve işleyişini henüz bilmiyorsa, ister müdür olsun, ister müdür tayin edici, ne fark eder?
Yeni siyasal alana göre kurumlar, devlet mekanizması, tüzel kişilikler yeniden organize olması gerekir. Yeni siyasal alanı, müzakereci, katılımcı, alçak gönüllü, sade, insanları ret ve inkâra değil, tanımaya yönelik bakış açısı getirerek genişletebiliriz diye düşünüyorum.
NEVZAT ÜLGER
1983’TEN GÜNÜMÜZE
1983’TEN GÜNÜMÜZE
Özal’ın Türk siyasetindeki önemli etkilerinden birisi de; “illegalite sınırları içine itilmeye çalışılan dindarlığa” meşruiyet kazandırması ve dindarlığı teşvik etmesi oldu. Bu özelliğini özellikle üç sahada rahatlıkla görüyoruz:
1983 yılına kadar yalnız bir kitlenin sahip olduğu para, bu tarihten sonra bütün memleket sathına yayılmıştır. Bu işi de adına KOBİ denilen ticari oluşumlar eliyle başarmıştır. Böylece birçok insan devletin sağladığı imkanlarla hem iş sahibi olmuş, hem para sahibi olmuş, hem de ülkedeki istihdam sorununun çözümüne müspet anlamda katkıda bulunmuştur.
Yine 1983 yılına kadar siyaset baronlarının elinde olan “siyaset” fenomeni, bu tarihten sonra halka mal olmuştur. O tarihe kadar genellikle mütegallibe bir kitlenin baskın olduğu siyaset, bu tarihten sonra yönetimde ve yasamada halkı vitrine çıkarmıştır.
Keza daha önce genellikle bir kitlenin elinde olan “ilim-bilim” kadrolarına, bu tarihten sonra sıradan vatandaşın çocuğu da atanmaya başlamıştır. Daha önceki kadroların tek tip oluşu nedeniyle düşünce hayatında hakim olan tek tip düşünme biçimi (düşünmeme biçimi) bu tarihten sonra her tür düşünceye kapılarını açmıştır.
Bu normalleşme olgusu, önce Refah Partisi etkisi ile daha sonra da AK Parti uygulamalarıyla devam etmiş ve toplum daha bir sakin ve huzurlu ortama kavuşmuştu.
Siyasetin keyfe göre değişmeyen kuralları da genel olarak bu tarihten
sonra sıkıntılı da olsa işlemeye devam etmiştir.
Unutmamak gerekir ki güçlü devlet; vatandaşlarını dışladığı, yok saydığı oranda değil, kapsadığı, içselleştirdiği, bütünü içine eklemlediği oranda güçlüdür.
Günümüzde Türkiye ve İslâm dünyası, hem içerde hem de dışarıda ciddi sorunlarla karşı karşıya.
ABD ile ilişkiler, İran ambargosu, Muhammed Mursi’nin şehadeti, Suriye, Doğu Akdeniz, yenilenen İstanbul seçimleri, G-20 Zirvesi, hepsi birbiriyle ilişkili gelişmeler.
Doğu Akdeniz’deki petrol/güç meselesi, S-400’lere karşı F-35 şantajı, terörle yapılan amansız mücadele, ekonomik problemler, Körfez’deki gerilim, Suriye/İdlip/Fırat’ın doğusu meselesi, ABD’nin en üst seviyeden Türkiye’yi ekonomik yaptırım ile tehdit etmesi gibi konular.
Toplumsal, siyasal ve ekonomik açıdan ülkenin normalleşmesi için öncelikle seküler devlet güçlerinin tümünün temsilciliğini üstlenen CHP, müfrit laikçi değerlerin referans alındığı ulusalcılardan kurtulmalıdır. Laikçilik adına milletin değerlerine, yer yer dışa vurulduğu şekilde dindarlara hasmane tutuma karşı uyarı yapmalıdır. CHP’de son zamanlarda çeşitli arayışlar söz konusu olsa da tarihsel bagaj, bazen kendini güncelliyor. Denebilir ki, CHP’nin hafızasını paranteze almadan bir çıkış yolu bulması biraz zor. Elbette bu ikircikli hâl sadece CHP açısından değil Türkiye’nin siyasi hayatı açısından da önemli sonuçlar doğurmaktadır. “Klasik CHP’li” tipolojinin seçimsiz geçecek birkaç yıl içindeki performansı aynı zamanda Türkiye’de düzenin ne kadar normalleştiğini de görme imkânı sunacaktır.
Türkiye’de ve İslâm âleminde karşılaştığımız acılar, ölümler, ihanetler, bize kurulan tuzaklara dikkat etmemizi, oyuna gelmememizi gösteriyor. Türkiye’den yükselen samimi sesler insanımızın uyanışının ve dirilişinin bir göstergesi olarak umut vericidir ama henüz yeterli değildir. Herkes için ahlak, adalet ve huzur getirecek bir İslâmî uyanışın tekrar hayatımıza hâkim kılınmasıyla yeniden köklü bir değişim, bir diriliş ve kurtuluş gerçekleşebilecektir.
NEVZAT ÜLGER
BÜYÜK DAVA!
BÜYÜK DAVA!
Hem insan için hem de vatan için önemli olan dört sıvıdan bahseder Mehmet Akif Ersoy:
-Ter
-Kan
-Gözyaşı
-Mürekkep
Ter dökmeden aş ve iş sahibi olmak çok zordur. Ter dökmeden aş ve iş sahibi olmak daha çok rantiyenin ve haramzadenin işi.
Kan dökmeden kurtarılan vatan yoktur herhalde. Beş şey için kan dökülür diyor evrensel kaide; Can, mal, namus/nesil, akıl ve din. Vatan için kan dökmek Müslümanlar için çok kolay bir iş, çünkü şehitler için cennet garantisi var.
Gözyaşı dökmeyenin kalbi katılaşmış demektir. Çünkü kalb üzülür göz yaşarır. Merhameti olmayanın gözleri yaşarmaz.
Mürekkep olmadan kaliteli bir hayat mümkün değil. Cehlin silgisi mürekkeptir. İlmin ve sanatın dünyası olmazsa hayat çekilmez olurdu.
Aslında bu “dört kardeşleri” çoğaltmak mümkündür:
-Ahiyan-ı Rum
-Bacıyan-ı Rum
-Abdalan-ı Rum
-Gaziyan-ı Rum
Anadolu kardeşliği, esnaf ve tüccar yardımlaşması/ahilik ve ticaret ahlakı hep bu “Ahiyan-ı Rum” terkibine ait.
Anadolu fethinde görev alan kadınlara verilen isim “Bacıyan-ı Rum”. Yakın tarihteki izdüşümü “Nene Hatun” ve benzerleri.
Anadoluya esas ruhu aşılayan gönül erlerinin ismidir “Abdalan-ı Rum”. Bunlar geçmişin öncülüğünde zamanı/günü geleceğe hazırlayan mücahitler. Kökü mazide olan ati mensupları.
İlk üç gurubun hazırladığı toprak parçasını ve üzerinde yaşadığı varlıkların tümünü vatanlaştıran insanlara verilen isim de “Gaziyan-ı Rum”. Demek ki toplumların Yavuz’a da, Yunus’a da ihtiyacı var.
Hatta zaman konusunda da bir dörtlü yapmak mümkündür:
Geçmiş zaman /mazi
Şimdiki zaman /hal
Gelecek zaman zaman /ati
Modern zaman /işbu rivayet yeni çıktı.
Geçmiş zaman daha çok hatıralar/anılar deposu. İnsan için tecrübeler yığını. Geleceğe dikkatli yürümek için hazır bir pusula.
Şimdiki zaman mutluluk çağı. Belki zamanı yeniden inşa etmek, hayatı kolaylaştırmak için icatların ve buluşların yapıldığı hayat dilimi. Sufiler bundan dolayı ibnu’z zaman tabirini kullanıyor. Herkes zamanının çocuğudur tespiti de yaşanan zaman dilimine hem iltifat hem de bir çekiştirme.
Gelecek zaman beklentiler ve projeksiyonlar dilimidir. Ancak genel bir kaide söyleyelim; gününü kavrayamamış beyinler gelecek tasavvuru kuramazlar. Önce zamanı anlamak gerekir. Felsefenin de en önemli konusu “zaman”.
Modern zaman daha çok haz ve hız kavramıyla ifade ediliyor. Hedonizm sevimli görünen bir tuzak. Modern zaman fazla değişken olduğu için insanı parçaladı. Modern zaman daha çok randevuların çok olduğu bir dilim.
Gerçi şair Sabit zaman konusunda çok veciz bir beyit yazmış güne ve geleceğe yönelik olarak:
“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir
Müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat”
Günümüz diline aktarırsak; “Yıldız falcısı ile takvim hazırlayan yılın en uzun gecesini nereden bilecek. Bunu dert sahibine sor ki, o sana gecenin kaç saat olduğunu söylesin.”
NEVZAT ÜLGER
KÜLTÜRÜ ÖLDÜRME!
KÜLTÜRÜ ÖLDÜRME!
Elazığ’ın tarihi gelişimine baktığımızda; 1834 yılından sonra Harput’tan Elazığ’a göçle birlikte şehir oluşmaya başlamış.
Şehrin ilk yerleşim yeri Çarşı Mahallesi ve civarı. Daha sonraları İzzet Paşa, Rızaiye ve Nailbey mahalleleri Çarşı Mahallesi etrafında gelişmiş. Zaman içerisinde Aksaray (Yığınki) ile Çarşı mahalleleri arasında Sarayatik/ Rüstem Paşa mahallesinin oluştuğunu da eklemek gerekir.
Şehir dokusu ilk yerleşimde birbirini dik kesen sokak ve caddelerden oluşurken, kerpiç ve taştan bir iki katlı binalar yapılmaya başlamış. Elazığ’ın ilk yerleşim yerlerinden olan ve hala merkez durumunda olan Gazi Caddesi 1890 yılında şekillenmeye başlamış. Bu caddedeki hükümet konağı da 1894-95 doğumlu.
Şehir oluşmaya başlamış ama sonradan mahallelere verilen isimlere bakıyoruz hep devlet ricaline ait isimler. İçlerinde bir iki tane de sivil kültürden gelen isimler var.
Mustafa Paşa, Rüstem Paşa, Abdullah Paşa, İzzet Paşa hep resmi zevata ait isimler. Halbuki bu isimler tarihi bir olayı ya da şehrin geçmişini hatırlatmada ne kadar yere sahip olduğu hiç sorgulanmıyor.
1800 evler denince Keban Barajını ve bu baraj vesilesi ile devletin millete karşı olan görevini nasıl yerine getirdiğini anlıyoruz ama paşanın ismi herhangi bir çağrışım yapmıyor. 1968 yılında başlayıp 1974 yılında devreye alınan Keban Baraj gölünün altında kalan yerleşim yerlerindeki insanlar için yapılan “1800 Evler” ismi daha güzel değil mi? İnsanların kalkınmayı ve vefayı konuşmaları daha güzel değil mi?
Sako Mahallesi denilince yakın veya uzak hatıralar akla gelir, fakat paşanın ismi herhangi bir çağrışıma davetiye çıkarmıyor. Ahmet Bulut mahalleye dair kitabının ismini “Sako Mahallesi” olarak vermişti. Çünkü kendisi ve daha önceki nesil için bu mahalle Sako Mahallesi değil miydi?
Baykara Mahallesi halk için bazı çağrışımların ip uçlarını veriyor ama paşanın ismi hiç de öyle değil.
Eğer cami olmasaydı paşanın akla gelecek ne özelliği olacaktı.
Demek ki biz kültürü ve maziye bağlılığımızı daha isimlendirme aşamasında değişikliğe uğratıyoruz.
Aynı şeyi günümüzdeki isimlendirmelerde de yapıyoruz. Oysa sivil kültürü yaşatacak sembollerimiz eksik değil.
Gidin Gaziantep’e, Denizli’ye, Kayseri’ye, Malatya’ya ve daha birçok ilimize, vali ve paşa isimlerini değil, sivil kültürü çağrıştıran isimleri bulursunuz. Malatya’da Kernek, Antep’de Alleben Deresi gibi. Harput’ta Göllü Bağ ismi önemli kültür çağrışımları ve koca bir geçmişi anlatırken, siz buraya bir devletlinin veya bir vatandaşın ismini vermekle maziyi ve kültürü öldürürsünüz. Örnekler çoğaltılabilir elbette.
Devletin görevlisi neticede iyi veya iyi olmayan bir tarzda görevini yapıyor. Yapması gerekli olduğu halde, herhangi bir işi yapmayan görevli işinde aksama yapmış demektir. Aynen bunun gibi kanunun kendisine verdiği bir görevi yine kanunun kendisine verdiği yetki ile yerine getiren görevli de normal olarak işini yapmıştır. Ortada ne bir kültür, ne bir çağrışım vardır.
Yetkililerin isimleri hiç mi verilmemeli diye düşünmeye gerek yok. Ülkenin veya illerin genel gidişatını değiştiren insanlar elbette anılmaya layıktır ve bu insanların da isimleri elbette yaşatılmalıdır. Ama her tarafı memur isimleri ile donatmak, iyi niyetle de olsa sivil toplumu yok eder.
Kültür bir medeniyeti işaret eder, unutma.
NEVZAT ÜLGER
NOTLARDAN NOTALAR
NOTLARDAN NOTALAR
İtirazı ve itirafı olmayan kafalarla toplum ilerleyemez. Böyle kafalara depozit kafalar diyor erbabı. Bu kafalar hakkı tavsiye edemez, kötülüğü engelleyemez.
*
“Eğer Allah, insanları yekdiğeri ile dengelemeseydi yeryüzü fesada uğrardı.” “İnsan yaşamının nihai hedefi ne serbest piyasa ekonomisi ne de genel refah seviyesinin artmasıdır.”
İlham, keşif ve rüya bilgi kaynağı değildir.
*
Hanefilerde iman amelin bir cüzü değildir. Eğer amel imanın bir cüzü olursa; hırsıza, katile, faizciye, zaniye ne denilecek ve nasıl bir tutum alacağız?
*
Para sağlıklı değilse toplum da sağlıklı değildir.
Smith ve Marks aynı ağacın iki dalı. Biri kağıt para üzerinden, diğeri proletarya üzerinden, %10’luk bir azınlıkla hükümranlık kurma hayalinin takipçileri. Zeminleri farklı da olsa amaca ulaşabilecek kadroları oluşmuş.
Yüksek faiz de, düşük faiz de sermayedarın işine yarar; yükseldiğinde faizden, düştüğünde tahvilden kazanır.
*
İngiltere; kötü yola düşmüş bir iktisat uygulayıcısı. Ya diğer emperyalistler…
*
Türk romanında moderniteyi başlatan isim; Halit Ziya Uşaklıgil.
Ahmet Hamdi Tanpınar, topluma “Huzur” hediye eden bir huzursuz entelektüel.
“Romancılar iktisat bilmez, iktisatçılar roman okumaz.” (M. Özel)
*
Adalet mi mülkün temeli, mülk mü adaletin temeli. Ömer’e göre birincisi.
“Dindarlığını Allah’a göster, bana senin insanlığın lazım.”
*
Genç seçmen kendisini siyasi partilerin müşterisi olarak görmüyor ve böyle görenlerden de hoşlanmıyor.
Hürriyet kalkınma, darbe yıkım demektir. Türkiye’nin sıtmadan kurtulmaya başladığı tarihe dikkat edersek konu daha netleşir. Gerçi vesayete karşı açtığı savaşı Menderes hayatıyla ödedi ama unutulmadı.
*
“Yegane terazisi seküler yasalardan ibaret olan bir toplum, insanoğluna layık bir toplum değildir.” (A. Alatlı)
Tehlikeye düşen beden, ahlakı dışarı atar. Her kanuni hak helal değildir.
*
Esma-i Hüsna’nın en fazla tebarüz ettiği varlık insan. İşte bundan dolayı “dünyada bir mümin kalsa kıyamet kopmaz.”
Mümin; bütün hücreleri Allah’ı zikreden adam.
*
Sentetik gıda yiyen obez olur. Çünkü hücreler sentetik gıdayı hazmedemez. Obez çocuğun üreme organları çalışmaz. Obez çocuk, obezlikten kurtulabilir ama kısırlıktan kurtulamaz. “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime/ Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.”
*
Müslümanlar kendilerini Kur’an’ın ve dinin sahibi olarak gördüklerinden devamlı yanlışlıklar yapıyorlar. Din Allah’ın, Kur’an kelamullahtır.
Emir ve yasaklarına uymak mutluluk getirir. İnsanın görevi sefere çıkmaktır, zafer ona ait değildir.
NEVZAT ÜLGER
İŞSİZLİK PROBLEMİ VE ÖZEL İDARELER
İŞSİZLİK PROBLEMİ VE ÖZEL İDARELER
Önümüzde duran iki soruya cevap vermelidir yöneticiler:
1-Yeni iş alanları meydana getirmeden mi büyümeden yanasınız?
2-Büyüdükçe istihdam meydana getirmekten mi yanasınız?
Konuyu açmak anlamında; 1950-1970 döneminde, gelişmiş ülkelerde hem üretimin, hem de tüketimin %5 arttığına dikkat etmek gerekir. Hatta bu dönemde tam istihdamla yetinilmemiş, aşırı istihdam konusu dahi gündeme gelmiştir. Almanya ve Fransa’ya dışarıdan işçi çağrıldığı hala akıllardadır. Gelişen ülkeler de bu refahtan paylarını fazlası ile almışlardır.
1973 yılından itibaren özellikle OECD ülkelerinde gerileme başlamış, 1980 sonrasında ise bu ülkeler yüksek ölçekli işsizliğin içine düşmüştür. Bugün karşılaştığımız yabancı düşmanlığına biraz da bu pencereden bakmak gerekir.
1980 sonrasında başlayan serbest piyasa adı altındaki kuralsızlık kısa zamanda özelleştirme furyasını da beraberinde getirmiştir. Tabi bu arada refah devleti sosyal devletin önüne geçirilerek ücretlerle aşırı oynamalar başlamış ve o eski yükseliş dönemi de yerini finans oyunları üzerinden para kazanmaya bırakmıştır.
Küreselleşme istihdam zerinde önemli etkiler meydana getirmiş ve bugün yaşamakta olduğumuz bütün toplumlardaki %20’lik kitlenin mutluluğuna ve geriye kalan kitlenin ise büyük bir kesiminin “yanaşmalığına” dönüşmüştür. Özellikle ucuz işçilik nedeniyle bir malın ayrı ayrı parçalarının değişik ülkelerde üretilmesi ise korkunç bir göç hareketine neden olmuştur. Keza özellikle Ortadoğu ülkelerinde meydana getirilen terör ve savaşlar sonucunda göçler hızlandırılarak gelişmekte olan bir kısım ülkelerin önüne de barikatlar çekilmiştir.
Bu ve benzeri dönüşümlerin sonucunda gelir dağılımındaki bozukluklarla birlikte, bilginin hakim olduğu yeni iş hayatında, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki vasıfsız işçilere yaklaşım da dikkat çekicidir: Ya yukarı, ya dışarı. Zaten göçmenlerin de vasıflı olanlarına kapılar gönüllü olarak açılmakta ve birçok ülke kendisine doğru bir beyin göçünü teşvik etmektedir.
Çağımızda işsizliğin artışı ile birlikte yoksulluk konusu büyük bir problem olarak ortada durmaktadır. Bu problem yalnız gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerin değil, tüm dünyanın meselesidir. ABD’de Türkiye’nin nüfusu kadar bir kitle oldukça sefil bir hayat yaşamaktadır diyor gazeteler. Yoksulluğun en önemli göstergesi gelir ve tüketim seviyesidir. Eğer bir şahsın geliri onun ve ailesinin giderlerini karşılamaya yetmiyorsa o yoksul demektir.
Bu arada bizim ülkemizde yıllık bir milyonluk nüfus artışı vardır. Demek ki her yıl, 300 bin konuta ve 500 bin kişilik yeni istihdam alanına ihtiyaç vardır.
İşsizlik sigortası kara deliğe dönüşmemeli, konu yeniden gözden geçirilerek, birikimler iş sahası meydana getirmek için değerlendirilmeye alınmalıdır.
Yeni iş yerleri açılmadan işsizlik sorunu çözülemeyeceğine göre, uygun fonlardaki birikimler yatırıma dönüştürülmelidir.
Özel sektörün yatırım yapmasının önünde varsa engeller kaldırılmalı ve hürriyet ortamı genişletilerek adalet mekanizması sağlıklı işletilmelidir.
Son 15 yılda köyde yaşayan nüfus büyük oranda kentlere çekilmiş durumdadır. Bunların önemli bir kısmı da vasıfsız işçi konumundadır. İşte bundan dolayı özellikle yüksek istihdam alanları anlamındaki sektörler için özel hükümler çıkarılmalıdır.
Ancak belli bir kitlenin de köyde oturmasalar dahi, toprak ve hayvancılık konularına yönlendirilmeleri için özellikle “Köye Hizmet Götürme Birlikleri” (Özel İdare) eliyle, Tarım İl Müdürlükleri ve Kırsal Kalkınma kuruluşları eliyle özendirilmeleri şarttır.
Her ülke kendi şartlarına göre ve ilkeli davranmalıdır.
NEVZAT ÜLGER
ELAZIĞ’A DEĞER KATANLAR 2
ELAZIĞ’A DEĞER KATANLAR 2
Desem ki Elazığ’ı geçmişten günümüze şu on olay çok etkilemiştir;
-Harput’tan Mezra’ya (Elazığ’a) taşınma,
-Elazığ; Çarşı Mahallesi üzerinden şekillenmiştir,
-Kapalı Çarşı (Kasaplar Çarşısı) şehre renk katmıştır,
-Yıkılan eski belediye binası, bu şehrin ilk betonarme binasıydı,
-Elazığ’a ilk tren 1934 yılında gelmişti,
-Hazar Santrali’nin kurulması nedeniyle hayata geçirilen; Şeker Fabrikası, Çimento Fabrikası ve Et-Balık Kurumu Elazığ’ı Türkiye’nin ilk on şehri arasına yükseltmişti,
-Keban Barajı ilimizde de Türkiye’de de önemli gelişmelerin ateşleyicisiydi,
-Fırat Üniversitesi’nin Elazığ’a kurulması için alınan ilk karardan tam 20 sene sonra bu şehirde kurulabilmişti,
-Bu şehirde ilk yüksek okul; Mimarlık ve Mühendislik Yüksek okulu (teknik Yüksek Okul) olmuştu,
-Ferro-Krom tesisleri bu şehre ve bu ülkeye çok hizmetlerin kapısını açtı.
Bu sıralamanın ardından yine desem ki;
-Ömer Faruk Sanaç,
-Nureddin Ardıçoğlu,
-Ali Rıza Septioğlu,
-Şükrü Kaçar,
-Rasim Küçükel,
-Mehmet Ağar,
-Necati Çetinkaya,
-Mehmet Özdemir,
-Hamza Yanılmaz,
-Zülfü Demirbağ
Ve belki daha başka isimler bu şehrin gelişmesinde önemli rol oynayan isimlerdir diye eklersem ne olur?
Yazar olarak anılanlar, sanatçı olarak anılanlar, STK temsilcisi olarak anılanlar, Şair olarak anılanlar, iş insanı olarak anılanlar ve güzel adam olarak anılanlar esas itibariyle bu şehrin şekillendirici pozisyonunda olan kayda değer insanları değil midir?
Yine desem ki; “Elazığ’a Değer Katanlar”ın ortak özelliği hepsinin “dirayetli” ve “yürekli” oluşudur. Herkesten farklı olmak büyük cesaret ister, hedefe kilitlenmek ister, yoğun bir çalışma ister, geniş bir hayal gücüne sımsıkı sarılabilmek ister; sessiz sedasız, hiçbir engel tanımadan ilerleme azmi ister… Bu arkadaşlarımızın bir kısmı siyasetçi, bir kısmı müzik ve tiyatro sanatçısı, bir kısmı yazar, şair, STK alanında başarılı olmuş insanlar ve çeşitli alanlarda iş insanları olurken, bir kısmı da toplumda iz bırakmış her meslek gurubundan sadece birkaçı. Buraya şimdilik alamadığımız her gurup içinde, belki değil muhakkak ki oldukça değerli insanlarımız da vardır. Onların bir kısmına değişik çalışmalarda yer vermek gerekir elbette.
Bu insanlar bize, topluma yön verecek işler yapmak için; belirli bir alandan, çevreden, soydan veya statüden olmanın gerekli olmadığını gösteriyor. Bu olağanüstü insanların yaşam öyküleri, sonuç alıncaya dek çalışma azminin eksilmemesinin önemini anlatıyor, sonuca ulaşmak için hedefe odaklanmanın şart olduğunu kanıtlıyor.
Bu yazılanların veya yazının düşündürdüklerinin, artısı ve eksisi ile yeni ufuklara kulaç atmasını arzu etmek hepimizin ümididir zannederim.
NEVZAT ÜLGER
SİYASET BİR MESLEK DEĞİLDİR
SİYASET BİR MESLEK DEĞİLDİR
Önümüze konulan tek soruya cevap aranması isteniyor. Soru net: “Ben kimim?”
Aslında soru oldukça yanlış ve itici. Soru tamamen bireysel kimlikle ilgili. İçerisinde kazanım yok. Sadece anne ve babanızı, ülkenizi ve mensup olduğunuz kavmi hatırlatır bu soru. Soruda da cevapta da derinlik yok. Soru tamamen modern dünyaya ait. İnsanın derinliksiz olması istendiğinden, onun kazanımları üzerinden değil, içinde kendi emeği olmadan tamamen doğumu ile ilgili bir pozisyon. Kim anne ve babasını, doğum yerini ve zamanını, rengini ve şeklini seçmekte serbest ki? Bu soru biraz da insanın yaratıcı ile bağını koparmaya, sorumsuz bir hayatı yaşamaya yönlendirici boyutlara sahip.
Halbuki soru şöyle sorulsaydı daha kapsayıcı olurdu zannederim: “Ben neyim?”
Bu soruda kişinin kazanımları ile gelecekte neler yapması gerektiğine ilişkin cümleler saklı. Hatta yeryüzü ile semanın bağlantısı bu soruya verilecek cevapta mevcut. Neden yaratıldığınızdan, neleri yapmanız gerektiğinden, neleri yapamayacağınızdan, neleri yapmakta olduğunuza kadar her cevap bu soruya verilecek yanıtın içinde.
Günümüz dünyasında devam eden siyaset da biraz böyle. “Dün dündür, bugün de bugündür” cümlesine filozofik anlamlar yüklemenin peşinde siyasetçi. Halbuki bu felsefe biraz ilkesizlik, biraz oportünizm değil midir?
Bu gün ortaya koyduğunuz bir ilkeyi yarın değiştirerek, o ilkenin yerine başka bir ilkeyi ikame etme yoluna giderseniz bu ilkesizlik olur. Mesela dün gelirin adil dağılımından bahseden bir yönetim anlayışı, başka çıkar gurupları tarafından yapılan baskılar sonucu bu fikrini değiştirerek, ülkenin kalkınması için gelirin adil dağılımının iyi bir şey olmadığını, aksine gelirlerin birkaç kişide toplanması gerektiğinin kalkınmaya daha iyi hizmet edeceğinden bahsediyorsa, işte bu böyle bir şeydir. Dün sizi ilk fikirlerinizle beğenen taraftarlarınıza biraz kafa atmış olmak değil midir bu?
Ne diyor ilke; demokrasi aşağıdakilere bakar. Yani çoğunluk rejimidir. Halbuki çoğunluğu değil, gücü esas almıştır bu tercih. Kristalize bir cümle ile söylersek; “hayat kitabın gerisine düşmüştür”. Oysa hayatı kitabın gerisine düşürmek, “ben neyim” sorusunu soran ve cevap veren anlayışın amacı hiç değildir.
Siyaset popülizm üzerine kurulursa ilkeler kaybolur ve “dün dündür, bu gün de bugündür” gibi sorumsuzluk alanına dahil olur. Böyle olunca entelektüel, fikir imalatçısı, yeni çözümler üretenler değil, vesayet ve vesayetçiler kazanır. Oysa vesayet ve entelektüel ne kadar farklı değil mi? Gerçi anlık değişimler siyasetin doğasında var ama bu değişiklik sizin kırmızı çizgilerinizi aşındırıcı özellikte olmamalıdır.
Vesayete evet demekle, köklü ve kalıcı fikirler taşıyan, demokrasi ve özgürlük diyen partilerden ziyade depozit fikirleri aşamayan partiler toplumun üzerine çıkar ve fikir firar eder. İnsanların ekonomik kaygısı var ama biz hala ‘kardeşim bak biz sana laiklik getireceğiz’ dersek yanlış yaparız.
Şunu demek istiyorum; Türkiye’de ne yazık ki evrensel siyaset algısı göz önüne alındığında, sağ ya da sol nitelendirmeleri doğru yapılmıyor diyebiliriz. Günümüz Türkiye’sinde pragmatik ve popülist siyasetler geçerli hale geldi, bunun aşılması gerekiyor.
Siyaseti bir güç değil de bir görev alanı olarak görmek gerekir. Siyaset ömür boyu yapılacak bir meslek değildir. Sistemi oturtmak, genel evrensel ilkeleri yaptığınız siyasete uygulamak ve onunla yürümek lazım.
“Toplumların bir kahramana ihtiyacı vardır” düşüncesi psikolojik bir şey ama artık kahramana ihtiyacı olmayan bir toplum meydana getirmek gerekiyor.
NEVZAT ÜLGER
SİYASET VE İSLAMCILAR
SİYASET VE İSLAMCILAR
Batıcı ve Türkçü yapılanmadan Memduh Şevket Esendal tek partinin (CHP’nin) genel sekreteri, Yahya Kemal İspanya, Yakup Kadri Karaosmanoğlu İsviçre büyük elçileri, Nurullah ataç Çankaya Köşkünde çevirmen, Ahmet Hamdi Tanpınar üniversitede Profesör, Ahmet Muhip Dıranas devlette önemli mevkilerde bulunuyorlardı. Elbette sıkıntılı hayata rağmen yazanlar da yok değildi; Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Kemal Tahir ve Sabahattin Ali gibi isimler bunlardan bazılarıydı. İşin garibi çekilen sıkıntıların farkına Batı sayesinde vardı inananlar. Nitekim 1960’lı yıllardan itibaren oluşmaya başlayan “Siyasal İslam” henüz çok net olarak siyasal söylemlerini yeni yeni oluşturmaya başlamakla birlikte, biraz da eklektik olarak oluşan kadroları toplum tarafından yavaş yavaş kabul görmeye başlamıştır.
Diğer siyasi akımların sadece modern görüntü vermek için taraftar oldukları kadın potansiyelini Türkiye’de ilk keşfeden ve onları siyasal hareketine dahil eden akım İslamcılardır. Bu tespitte ifadesini bulan “kadın figürü” Siyasal İslam’ın patlama yapmasının en önemli nedenidir. Milli Görüş hareketinin iktidara taşınmasında kadının rolü hiç de yadsınamaz.
1980 yılından itibaren, hatta Turgut Özal’la birlikte İslamcılar ilimde, siyasette, yatırım ve finans alanında biraz daha ağırlıklı olarak görünmeye başlamışlardır.
Mart 1994 yerel seçimlerinden sonra İslamcılar, yerel yönetimlerde, başta Ankara ve İstanbul olmak üzere söz sahibi oldular. Ülke kalkınmasını, Batıcı ve Türkçü kadrolardan daha maharetle, başarı ile toplumun tabanına da yayarak siyasi tavırlarını toplumda büyük oranda kabul ettirdiler. Bu durumun oluşmasında İslamcıların önemli çabaları ile birlikte, 1970 sonrasında toplumda insanları canlarından bezdirici kabul edilemez hale gelen siyasi ve ekonomik krizin de çok etkili olduğunu vurgulamak gerekir. Hatta modernite adına İslam’a karşı çıkanların fikir ve söylemlerine dikkat edilirse, neye karşı çıktıklarını bilmeyen bir kitleyi görürüz. Dayanakları fikirleri değil, güce inanmalarıdır.
“Kamu Alanı” gibi oldukça itici bir söylem icat ederek toplumun büyük katmanlarını, yaşadığı ve vergileri ile beslediği “mekanlara” girmelerine engel olan “ulusçu” kadrolara karşılık, İslamcı kadrolar “Anadolu İnsanı”nı devletle barıştırmış ve onların siyaset, ticaret, sanat ve kültürel alanlarda etkinleşmelerinin önünün açmıştır.
Batıcılar da 2002 yılına kadar Türkiye’de hakim güç olmakla birlikte, AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonra etkinliklerini yavaş yavaş kaybetmeye başlamışlardır. Batıcı kadrolar savaşarak çekildikleri devlet mekanizmasına tekrar dönmek için Sarıkız, Balyoz, Ergenekon, 27 Nisan bildirisi gibi çok darbe girişimlerinin ardından dini formatlı 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin de başarısız olmasından sonra önce iktidara yaklaşmışlar, ardından da devlet kadrolarına dönüş çabalarına devam etmişlerdir. Ulusçu kadroların iktidar partisi ile olan yakınlaşmasını bu pencereden okumanın mahzuru var mıdır acaba? Ayrıca bu olayların arkasındaki gücün “NATO’cu Küresel Vesayetçiler” olduğunu Cumhurbaşkanı yüksek sesle söylemektedir.
1950’lerden başlayarak günümüze kadar gelen bir süreç içinde siyasi sistem, yanlış tercihleri nedeniyle Siyasal İslam’ın hızla gelişmesine en az İslamcıların etkili söylemleri kadar yardımcı oldu. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde geliştirilen Türk-İslam sentezine dayanan politikalar, siyasal İslam’ın hızla gelişip güçlenmesine yol açtı. Bu süreçte İslami sermaye, sermaye transferleriyle politik faaliyetinin desteğini oluşturan önemli ekonomik yatırımlar gerçekleştirdi. İdeolojik yönelimini devlet ve toplum hayatının bütün alanlarına sokan siyasal İslam, dinin toplumsal etkisinden de olağanüstü derecede yararlanarak, siyasette önemli bir güç oldu. Siyasal İslam’ın gücü hem kendi çabasından hem de sistemin kendisinden kaynaklanmaktadır.
1995 seçimlerinde partisini Türkiye’nin birinci partisi yaparak, 1996 yılında Başbakan olan Necmettin Erbakan’ın bu yıllarda kurmayı başardığı D-8 projesi, aslında İslam ülkeleri arasındaki dayanışmaya önemli bir adımdı. D-8, D-160 vs. Gerçi dışa dönük olarak D-8 projesi ve içerdeki “havuz Sistemi”nin 28 Şubat 1977 post modern darbenin esas nedeni olduğu birçok siyasi gözlemci tarafından ifade edilmektedir.
Türkiye bu gün de yeterince; sanayileşme, ekonomik büyüme, sosyal kalkınma, demokrasinin gelişimi, özgürlükleri artırma, iyi eğitim, üstün teknoloji üretimi, ar-ge, robot teknolojileri, uzay çalışmaları, bilgi teknolojileri gibi konuların çözümünü henüz olgunlaştıramadı ama yapılanlar da küçümsenemez.
NEVZAT ÜLGER








